Ayşen Hanım, öncelikle misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. 2016’da yayımlanan ilk kitabınız Lakin İyi Yaşadık ile başlayalım. Kitaptaki öyküleri okurken insanın boğazına, gülmekle ağlamak arası bir yumru oturuyor. Bizleri daha zor günlerin beklediğini düşünüp tam umutsuzluğa kapılacakken, umut ışığı oluveriyor. Lakin İyi Yaşadık’ın çıkış noktası, sizi bu kitabı yazmaya iten neydi?
Hayatıma iz bırakan olaylara, o izleri hep gülümseyerek hatırlamama sebep olan insanlara bir gönül borcu hissediyordum. Lakin iyi Yaşadık ile aslında içimdeki minneti dile getirip özgürleşmiş de oldum.
Tabii ki öykülerde kurgu da var ama öyküye feyz olan insanlar, okudukları an kendilerinden bahsedildiğini anladılar. O dönemler, onca yoksunluk ve dram içinde yine de gülebilen, dayanışan, paylaşan, kucaklayıcı insanlar vardı. Yine de var inanıyorum ama kimyamız biraz bozuldu, bu da bir gerçek.
Biraz da hatırlatma olsun dilemiştim. Hayata aynı açıdan bakmış, böyle güzel insanlarla yolu kesişmişler olarak okundukça birbirimizi anlar, kavuşur, kalabalıklaşırız diye ummuştum.
Öyle de oldu, bu açıdan çok mutluyum.
Herkesin herkeste kusur aradığı, herkesi en kötü yanıyla andığımız bu dönemde, çevresine yazdıklarıyla güzel hisler veren ve güçlü hissettiren insanlara hasret kalıyoruz. Bavul dergisi, Evrensel gazetesi mecralarında yazdığınız köşe yazıları, bizi bu yönden oldukça besliyor. Sizi besleyen, okurlarınıza “okumadan geçmeyin” dediğiniz yazarlar kimler?
Ben farklı yazarlar keşfetmeyi çok severim. Latin Amerika, Afrika, Uzakdoğu gibi çok aşina olmadığım kültürlere ait romanları okumayı seviyorum. Hele evden çıkamadığımız bu pandemi döneminde dünyayı geziyor gibi oluyorum. Bir turist olarak değil yerlisi gibi yaşayınca bir yerin tadını alırsın derler. Ülkelerin edebiyatı buna kapı açıyor.
Öte yandan son aylarda okuduğum kitaplardan Ece Temelkuran’ın “Bu da Geçer”i kana kana su içmişim gibi geldi bana. Sinem Sal’ın Bizim Zamanımız kitabını bir solukta okudum, kahramanı Mihrap ile eve çıkmış gibi hissettim hatta ev arkadaşı olmayı çok istedim. Hayat bazen okuma alışkanlığımıza darbe vuruyor. Odaklanamıyoruz. Bir zamanlar her böyle hissettiğimde bir Maevy Binchy okurdum. O da bıraktı gitti bu dünyayı. Ayfer Tunç, Nermin Yıldırım, Figen Şakacı, Mine Söğüt de her kitabını heyecanla beklediklerimden. Şimdi siz sorunca fark ettim galiba en çok kadın kalemlerini seviyormuşum ben.
Yine de hak geçmesin, Murat Uyurkulak, Alper Canıgüz, Hakan Günday da kitapları çıkar çıkmaz heyecanla kitapçıya koştuklarımdan.
“Lakin İyi Yaşadık” ve “Olay Şöyle Oldu” kitaplarını yazarken, etkisinden çıkmakta zorlandığınız bir karakter ya da sahne oldu mu?
Yazarken gözlerimin dolduğu çok olmuştur, yazının üzerinden seneler geçtikten sonra okurken gözlerimin dolduğu da. Etkisinden çıkmak istemediğim konular oldu. Ama bu etki dediğim içlenmek, üzülmek, empati yorgunluğu değil çözüm ve çare arayışıydı. Üzüntünün harekete geçiren bir yanı yok. İnsanı atıl hale getiriyor. Üzülmek yerine öfkeyse öfkeleneyim, harekete geçmek lazımsa bir ucundan tutayım derim. Bazı konularda da yazıp görünür kılarak bir adım atmış oluyoruz ama kendi içimizi soğutmaya yetmiyor. Bir yazıyı umutlu bitirebilmek için önce umudu kendi içimde bulmam gerekiyor. Ki yazdığım afaki, hamasi ya da yalan olmasın. O umudu ararken çözüm de buluyorum genelde. Ben de böyle sağaltıyorum herhalde kendimi.
Şu an bekleyen ya da yaratım sürecinde olduğunuz bir çalışma var mı?
Aslında var ama bana da bir haller oldu. Tam zamanlı bir iş, toplamda dört mecrada düzenli yazı sorumluluğu, iki çocuk, etrafta da “ancak dayanışma yaşatır” halleri ile kuşatılınca yarıda kaldı.
Yazarken saatlere bağlı kalmak bana göre değil. Günü geceye karıştırıp yazıyorum. Sabaha karşı her şey durmuş, hayat akmıyorken yazmayı seviyorum en çok. Sonra kısacık bir uyku belki 20 dakika belki 40. Kalkıp çalakalem devam ediyorum.
Böyle her şeyden izin alabilsem bir süre, hepsi cümle cümle aklımda aslında, sadece satıra döküp, alıcı gözle bakıp, gereksiz kelimelerden arındırıp, toparlamaya ihtiyacım var.
Size göre, bir yazarın, eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?
Bir kitabın daha ilk bölümde bir tat bırakması gerektiğine inanırım. Belki edebi diliyle ya da olayın akışıyla ama bir şekilde okuyanda devamını getirme isteğini tetiklemeli diye düşünürüm. Okurken ilk 50 sayfasında zorlanıp sonradan tat aldığım en fazla 2 kitap olmuştur.
Zaman-kurgu hatası olmamasına. Mesela ben okur olarak, bir romanda tarih ve gün veriliyorsa açar bakarım o tarihte hangi güne tekabül ediyor. Bunların tamamını en dikkatli okur gözünden değerlendirmek lazım yazarken.
Bir de gereksiz her şeyden arındırmak önemli. Gereksiz kelime, cümle, yersiz uzatılan paragraflar, tekrar eden bölümler… Acımadan silmek gerek diye düşünüyorum.
Yazar olmak için eğitimler alan ve bu alanda kariyer yapmak isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz? Sizin için yazarlığın püf noktaları nelerdir?
Bana ilk kitabım çıktığında, bir kitabı yayınevine kabul ettirmenin zorluğundan yola çıkarak bir soru sormuşlardı. Siz nasıl başardınız? diye. Ben de “aslında çok kolay oldu, ben dosyamla yayınevi yayınevi gezmedim, onlar beni buldu. Çok ama çok şanslıyım” demiştim. Sonra fark ettim ki ben ilk kitabım basılana kadar neredeyse 20 sene benden yazı isteyen her yere yazmışım. O yüzden bilmiyorum tavsiye vermek için doğru insan mıyım?
Ben bir tek kendi yöntemimi biliyorum. O da “elinden gelenin en iyisini yazmaya çabalamak, sürekli, biteviye…”
Sevgili Ayşen Şahin’e, değerli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Duygu Değirmenci