Yıl 1952, on yaşındayım, taşlı yolların kıvrılarak evlere uzandığı, etrafı meyve-sebze tarlalarıyla dolu olan, nemli toprağın, tazecik çimenin kokusunu dibine kadar ciğerlerinize çekebildiğiniz bu köyde, her yağmurda mutlaka ya içeri su alan, ya da bir tarafı çöken, kerpiçten yapılma bir evde, annem, ninem ve ben yaşıyoruz.
Bir gün muhtarın oğlu Mahmut’u bizim eve çıkan patika yolda koşarken gördüm. Ama ne koşmak, ayakları poposuna vuruyor.
Mahmut yaklaştıkça hızı da artıyor sanki, “Leylaaa!, kııız leylaa..” diye bağırınıp duruyor.
Ne oluyor? Mahmut pek sevmez beni, ya tükürür, ya tekmeler. Pis. Ne geliyor şimdi böyle kuyruğu yanmış tazı gibi. Bir şey mi yaptım acaba?
Öyle hızlanmış ki, yanıma vardığı sırada duramadı, bizimkilerin gübre olarak kullandıkları tezek birikintisinin içine şlap! diye giriverdi.
Aha! Gözlerim yerinden pörtledi, ağzım bir karış açık.
Aldı mı beni bir gülme,
-annee… anneee. Mahmut boka yapıştı.
-Eyyy, hay seni çocuk, ne koşturuyon deli danalar gibi, ne hale gelmiş, gel su tutalım üstüne.
Mahmut duramıyor, annem üzerine hortumu tutmuş onu yıkarken, o da olduğu yerde dönerek konuşmasını sürdürüyor.
-Zeynep ana, babam dedi ki, Leyla’nın babası Ahmet ağa geliyormuş, Leyla’yı da alıp şehire götürecekmiş. Yarın sabaha bizim köye varmış olurmuş.
Annem dondu kaldı. Onu ilk defa böyle görüyorum, yüzü bizim mutfağın o kireç kaplı duvarından daha beyaz.
Mahmut, sıçana dönmüş haliyle, ağzından tükürükler saçıyormuş gibi gözükmesine sebep olan su damlalarına ve annemin kaskatı kesilmiş haline aldırmadan konuşurken, o her “Leyla’nın babası” deyişinde benim kalbim boğazıma doğru çıkıyor.
-Hoşt! Dedi annem
-hele bir almaya kalksın bakayım, andım olsun, onu bu köyün ortasında ateşe veririm!
-Ben bilmem, bana haber et, gel dediler.
-Tamam, ettin, bunu da et, hadi evine.
Mahmut o patikayı, sırılsıklam, aynı hızla, arkasından toz kaldırarak inerken annem bana dönüverdi,
“Ne oldu? Çok mu sevindin babam gelecek diye, surata bak. Zaten buraya gelmez o, öte köyde ki halangillerin evine gider. Seni de yolda görse tanımaz, hiç boşuna heveslenmeyesin” diyerek, içimde uçuşan kelebekleri bir çırpıda nasıl öldürdüğünü bilemeden öfkeyle içeri girdi.
Annemin, nefret, çoğu zaman ise sitem ve kederle andığı, daha doğmadan bizi terketmiş olan, hiç tanımadığım fakat nedenini bilmeden gelişine mutlu olduğum bu adama karşı duyduğum merak, beni alıp götüreceğine dair duyduğum korkuyu bastırmaya yetmişti.
Madem halamgilin evine gidecekti, bende sabahtan gider, bir yerde saklanır, gelmelerini beklerdim. Gün ağarırken uyandım. Biraz oyalanıp, tezgahın üzerinde duran bir parça somun ekmekle, fasulye turşusunu katık ettikten sonra hızlıca giyinip kapının önüne çıktım, etrafı da kolaçan edip başladım koşmaya.
Halamgillerin köye vardığımda kan ter içinde kalmışım, evlerinin elli metre kadar önünde duran kocaman bir kayanın tepesine çıkıp gözümü yola diktim. Temmuz ayının ortalarında, öğle vakti tepeye dikilen güneş, ensemi, kollarımı ve elbisemin dışında kalan her yeri yakmaya başladığı sırada uyuyakalmışım, halamın sesiyle yerimden sıçrayıverdim, ağzım, dilim kurumuş, halam ise o kulak tırmalayan sesiyle gelinine bağırıyor.
-Gülsen. Gülsen diyorum kız, geldiler.
Kalbim hop ediverdi. Uzandığım taşın üzerinde doğruldum, ilk gördüğüm, 3-4 yaşlarında, sarıya çalan kumral saçları iki yandan örülmüş, güzelce bir kız çocuğu. Hoplaya zıplaya yürüyor, ara sıra arkaya dönerek annesine gülümsüyor. Onların arkalarında, lacivert takım elbisesi, beyaz gömleğiyle bir adam. Saçları şekil vermek için sürdüğü limondan olsa gerek, kaskatı, parlıyor. Pos bıyıklı, geniş omuzlu, heybetli…
Erol Taş’a mı benziyor sanki biraz?
Ceketini eliyle sırtına doğru atmış, diğer elinde koca koca poşetler, ter içinde kalmış.
Benziyoruz da bak, aynı yoldan geçerken, o da aynı benim gibi terlemiş. Evet, babam kesin bu. Hem insan tanımaz mı canım? Kan çekiyor.
Seslensem mi? Ya da yanına gitsem? Ne diyeceğim ki? Kızar mı bana? Belki sever. Yok.
Kendi düşüncelerimden sıyrıldığımda, babam, onları izlediğim kayanın yanından geçip eve doğru yürümekteydi ve bir anlığına kafası bana doğru dönüverdi, göz göze geldik, belki bir saniye, belki daha az bir zaman, geçip gitti.
Tanımadı beni.
Babam beni tanımadı.
Nefes almayı unuttuğumu arkalarından bakakaldıktan bir kaç dakika sonra farkettim. Kelebeklerimi, annemin “seni yolda görse tanımaz” sözü değil, babamın gerçekten bakıp da tanımayışı öldürmüştü. Binlerce mor kanatlı kelebeğim, hepsi yere düştüler.
Öyle bir yorgunluk çöktü ki üzerime o an, güneş yakmış, babam tanımamış. Ağlamaya bile halim yok, göğüs kafesim patlayacak gibi, biraz uyusam şurada.
Ellerim, ayaklarım nasıl da küçük geliyor gözüme.
Ben bu küçücük ayaklarla nasıl eve döneceğim?
Orada ne kadar oturdum bilmiyorum. Hava kararmak üzereydi, hava kararırsa buradan bizim eve giden yolun arasında ki ormanı geçemem, eve nasıl…
Çok yorgunum.
Babam beni tanımadı.
Üstelik annem haklı çıktı ama anneme söylemem, anneler haklı çıkınca üzülür.
Tam o sırada, yolun başında ki tepeden annemin çıldırmış gibi bağırarak geldiğini gördüm,
-Leylaa! Leylaaaa! Kııız Leylaaa!
Kayanın üzerinden bir hamle ile atlayıp anneme doğru öyle bir koşuşum var ki, benim diyen sporcu halt etmiştir. Sanki gerçekten kaçıran varmış da kurtulmuşum gibi, o korkudan, ben yaşadığım hayal kırıklığından, ağlaya ağlaya sarılıverdik birbirimize. Arkamı dönüp baktığımda ise halam ve babamla beraber, kardeşim olduğunu tahmin ettiğim o ufak kız da annemin sesini duyup kapının önüne doluşmuş, meraklı gözlerle bizi izliyorlardı.
Rezil oldum, olsun.
Annemin demin o yokuşu bağırarak çıkan halinden eser kalmamıştı, ne güçlü kadın şu Zeynep hatun. Beni sırtına attığı gibi, arkamıza bile bakmadan evimize döndük.
İki gün sonra kapıda bir gümbürtü, annem “dur geldim dur! Ne bu yahu sabah sabah” diye söylenerek kapıyı açtığında, Mahmut yine nefes nefese kalmış konuşmaya çabalıyordu. Babam göndermiş, köyün meydanında, çeşmenin orada bizi beklermiş, yola çıkacakmış, çabuk olsunlar demiş. Hiç ses etmedi annem, beni giydirdi, kendi de bir çırpıda hazırlandı, çıktık.
Güçlü ve kararlı bir hareketle başörtüsünü bağlayışı hala gözümün önünde.
Ben mi? Heyecandan, burnum ile dudağımın arasında kalan o boşlukta, her bir gözenekten, damla damla ter fışkırıyor sanki. Bıyık gibi oldu. Ara ara baş parmağımla şöyle bir siliyorum, hemen yine beliriyorlar. Mahmut önde biz arkada çeşmeye doğru yaklaşıyoruz.
Babam orada işte, bize bakıyor.
Bana mı gülümsüyor o?
Kusacağım.
Çekinerek yanaştı, “Merhaba Leyla” dedi, saçımı okşadı, gülümsedi yine sanki, bir bebek uzattı, kutusu var, zengin çocukların oynadığı, gerçek saçları olan bir bebek. Ben bebeği almak için uzandığımda eliyle elimi sıktı, göz göze geldik, konuşamıyorum.
Sonra anneme döndü, “Sağlıcakla kalın Zeynep kadın” dedi, annem hiç sesini çıkarmadı, başını önüne eğdi, sustu, göğsü titredi, ağlayacak gibi oldu ama ağlamadı. Öyle mermer gibi durdu babam gidene kadar.
Tuhaf kadındı annem. Babamın gidişinin üstünden üç gün geçmişti ki, aklına ne geldi, nereden buldu bilinmez, küçük vitrinden bozma bir dolap getirdi eve. Önünde büyük camları olan, ahşap çerçeveli, güzel bir şey. Heyecanla, temizleyip pırıl pırıl yaptı. Kahve fincanlarını da içine özenle dizdikten sonra aklına müthiş bir fikir gelmiş gibi bir koşu içeri gitti, cüzdanından, babamın gençken çektirip verdiği vesikalığını çıkarttı ve bir fincanın önüne dikine koyup gülümseyerek gözünü bana dikti. Madem o kadar üzülmüşüm, istediğim her an göreymişim.
Ama annem, babamı en son gördüğümüz o günden sonra bir daha iflah olmadı, önüne çıkan her erkekte onu aradı, yerini dolduramadıkça kaçtı, tam on sekiz koca değiştirdi, koca köyde adını çıkardı. Yine de onca evliliğine rağmen babamdan başka hiç kimseden çocuk sahibi olmadı. Ve o vitrine, babamın vesikalığının yanına, annemin her hayal kırıklığında başka bir adamın daha vesikalığı eklendi.
Annemi çok sonraları anladım ben, hak vermedim ama anladım. O, babamın yerine birini koymak, ona benzeyen birini bulmak istemedi. O, birini, babamı sevdiği gibi sevebilmeyi istedi. Başaramadı ya neyse.
Sırf birini yeniden sevebileceğini hissetmek uğruna koca koleksiyonu yapmak da benim anneme kısmet oldu gördün mü? Şanının yayılmaması tamamen talihsizlik, yoksa hürmüz de kimmiş? Peh…
Ben ise bu süreç içerisinde, kimi zaman ninemle, kimi zaman annem ve yeni kocalarıyla yaşadım. Ninemden hiç ayrılmak istemediğim halde, annemin evlendiği adam çocuk kabul ediyorsa beni de yanında sürükler, ben de bir yolunu bulur gerisin geri ninemin yanına kaçardım. Eğer “çocuğu bırak gel” diyen olursa hepten ninemle kalırdım -ki canıma minnetti.
Tabii bu gel-gitlerden dolayı zamanla iyice koptuk annemle. O kendi yoluna gitti, biz ninemle baş başa kaldık. Çünkü annemin içinde ki boşluk, beni bile gözünün göremeyeceği kadar derindi. Ve benim bir tek buna hiç aklım ermedi.
Seneler sonra bir gün dönüverdi annem. Babamın o son gidişi çok ağır gelmiş ona, kendi bunalımına kapılıp beni hepten kimsesiz bıraktığına çok pişmanmış ama iş işten geçmiş… Öyle demişti. Bir anlamı yoktu, kin tutmamıştım zaten, on sene kadar aralıklarla görüştük. Ölmeden önce de elimi sıkı sıkı tutup “affet beni he kızım” deyip öyle baktı ki yüzüme, “ettim anne, ettim” demek zorunda kalmıştım. Ziyanı yoktu. Bari rahat ölsündü.
Ha gerçekten affettin mi? dersen, yalan yok, etmedim. Edemedim.
Ailesizsen eğer hiçbir yere kök salamıyorsun biliyor musun? Öyle ağır bir his ki ait olamamak. İnsan bazen yalnızlıktan delirecek gibi hisseder.
Bak aradan geçmiş 70 sene, ömür bitmiş, hala anlatırken boğazıma takılan kıymığı çıkartamıyorum. İnşallah onlar, bana tüm hissettirdiklerine değecek hayatlar yaşamışlardır. Benim baba hasretiyle yanıp, anasızlıkla yiten çocukluğuma değmedi çünkü.
Anneanneme…
Duygu Arıkök DEĞİRMENCİ
Anlatım dili muhteşem.Her sahneyi yaşatıyorsun resmen emeğine saglık😍
Ağlayarak okudum elinize sağlık 👏🏻
Ne kadar uzuldum cocuga, hikayenin icine oyle bir cekiliyoruz ki zorla empati yaptiriyor oyku 😢
Çok güzel, çok akıcı bir dille yazılmış. Elinize sağlık…
Çok duygulandım, kaleminize sağlık.
Elinize saglik muthis bir hikaye
betimlemeleriniz o anı yaşatıyor..
elinize sağlık
Leyla 🙏🏻💜
Kaleminize sağlık
Betimlemeler harika, yaşayarak okutuyor insana 😊🙏🏻
İçim burkuldu okurken. Mükemmel bir anlatım.Siz hep yazın biz hep okuyalım
“Ailesizsen eğer hiçbir yere kök salamıyorsun..” ne kadar tanıdık duygular. Okurken oradaydım sanki👏👏
Yaşadığımız bu zaman diliminde,üç kuşak neslin koptuğu anneanne anne ve kız çocuğu olguların ruhsal aynı zamanda gerçekçilik açısından güzel bir betimleme olmuş ruhunuza sağlık….
Eline kalemine sağlık….
sahanasın ellerine yüreklerine sağlık…cok guzel
Sizin ailede bu defa kız dayıya çekmiş galiba…tebrik ediyorum…okurken kendini alamadığın işte bu dedirten bir anlatım…aćın yolları edebiyat dünyasına harika bir yazar geliyor….merakla ve ilgiyle takip edilmeyi kesinlikle hakediyor….