Derin bir sızı içindeyim.
Kalbim nereye ait.
Beni götür buralardan çok uzaklara.
Hiç bilmediğim dünyalara.
Pembe limuzinle çok uzaklara.
Etrafımda sadece duran, yürüyen, telaşla koşuşturan ayaklar görüyorum. Narin, ciddi, genç, yaşlı, eski, yeni, kirli, bağcıklı, bağcıksız… Uçuk pembe kürkümün cebindeki grileşmiş kâğıt parçasını bir elden bir ele dolaştırıyorlar. Her yerime dokunuyorlar. Savunmasız yatıyorum öylece. Kalabalık ve sakin… Bileklerimi kaç kişi tuttu acaba nabzımı ölçmek için? Kampüs hiç bu kadar şaşkın olmamıştı sanırım. Ağaçlar hışır hışır. Ağzımdan süzülen kan, dilimi ekşitiyor. Kollarım ve ayaklarım yaramaz bir çocuğun bebeğini parçalamış gibi yerinde ama kopuk. Sesler fısıltı gibi. Bazıları bağırıyor, birkaç kız ağlıyor sanki. Merak içinde başlayan dedikoduları da duyar gibiyim. Bu dedikodu ne garip şey, içindeki sevinci gizleyemez mi hiç? Duydukça “İyi ki sizin dünyanızda değilim,” diyorum yine. Kaç saattir bu soğuk mermerin üzerindeyim veya kaç dakikadır mı demeliyim? Ne zaman kaldıracaklar buradan beni? Bedenim kaskatı. Üşüyor muyum? Bilmem. Nefesimi test ediyorlar, yaşıyor muyum? Yoksa annemin karnına geri mi döndüm?
21 Ocak. Kuru bir Ankara havası. Kırgın ve soluk. Okuldan içeri giriyorum, kartıma bakıyorum, bir defa daha ismime, Ece Ünlü. Ayaklarım bedenimden bağımsız, asansörü görüyorum.
2.Kat
Benim kırmızı odam. Duvarlarını beraber boyadığımız. Ben tutturmuştum, sen de beni ikna etmeye gücün olmadığı için ikna olmuştun hemen kırmızı renge. Sen gidene kadar bir anlamı yoktu, gidişinle tek nefes aldığım sığınak oldu. Çocukluğumda Barbielerimin hayat verdiği; gençliğimde resimlerinin, özlemlerimin, hayallerimin. Çok sevdiğim anlar da oldu, çok kırdığım ve kırıldığım da. Hiç affetmek istemediğim günler yaşadım. Beni terk ettiğinde daha yedi yaşındaydım. Okuma bayramıma gelmemene kızmıştım, o gün babamı da göremedim ya o da burkmuştu içimi. Gösterinin sonunda Hatice Teyze sanki sevinçten ağlıyormuş gibi el sallıyordu uzaktan başörtüsüne burnunu silerek. Oysaki ben anlamıştım, o gün senin gidişineydi gözyaşları ve bundan sonra annem oydu. “Annem nerede?” diye sorduğumda sesi boğuk boğuk, içinden hıçkırarak, kafası önünde o an için hiç komik gelmeyecek hikâyeler anlatıp kendi kendine gülüyormuş gibi yapıyordu. Akşam geç saatte cenaze işlemleri bittikten sonra söylediler bana. Bütün akrabalar; hiçbirini daha önce bir arada görmediğim… Ya düğünde olurdu bu sahne ya da cenazede. Hâlbuki beraber geçireceğimiz çok anı vaat etmiştin bana. Yine de zaman bana sensiz geçen günleri bağışlamamı öğretti. Detayları unuttukça yeniler sadece sayılı günlerle tazeleniyordu. O kadar kızıyorum ki anne, ilk aşkımı ilk sana anlatamadığım için, senin sorularına cevap veremediğim, kendi sorularıma cevap bulamadığım için. Yıl sonu gösterilerimde, mezuniyetimde, doğum günlerimde veya annenin olduğu her özel anda yarım kaldığım için. O kadar kızgınım ki mücadele etmemene, benim için savaşmamana, ilaçlarını hiç almamana. O kadar yalnızım ki anne, başkalarının şefkatini izlemek acı veriyor. O kadar güçsüzüm ki bedenimle birlikte ruhumu da büyütmeye çalışmaktan. Hayal meyal hatırlıyorum, her gökkuşağı çıktığında oturturdun beni kocaman salonumuzun kocaman cam kenarına. Gökyüzünde bir prenses görmüş gibi hayran hayran izlerdik bu kısa masalı. Derdin ki “Nerede olursan ol, her gökkuşağı gördüğünde benim yüzümü de yanına koy, sana oradan el sallıyor olacağım.” İnanmazdım ama şimdi inanıyorum anne. Sen şimdi beni bir gökkuşağı olup izliyorsun ya da bir yıldız.
4.Kat
Evimizin koridorları nasıl da hazin bir sessizliğe bürünmüştü. Beyaz ışıltılı avizelerimiz bile eskisi gibi aydınlatmıyordu her köşeyi. Bir sen bir de ben kalmıştık koskoca evde. İlk günler çok şaşkındık, elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemedik. Sabah kahvaltılarında bir süre yumurta yiyemedim ya altı yanık oluyordu ya da pişmiyordu veya akşamları bana acıdığın için okuldan alıp ödüllendirirmişçesine lüks restoranlara, neşeli binalara götürürdün beni. Sohbet etmeden elimi tutar, değmeden sarılırdın. İlk veli toplantıma tek gitmek incitmişti seni, yüzün bir karış, benden öç alırcasına o günden sonra renk katmaya çalıştın hayatımıza. Renkler… Aldatan ve aldanan. Tarafsız ama zalim. Eşyalarımızı değiştirmekle başladın önce, odama dokunamadın. Annemin kokusu içindeydi. Sonra tanımadığım kokular, tanımadığım renkli kıyafetler girdi evimize ama ben en çok renkli kravatlarını severdim, bir de rengârenk sevgililerini. Her sabah ayrı ayrı takardın ben de gizlice seyrederdim arkandan. Hâlâ daha anlayamadım ya nasıl hızlıca bağlardın. Ben ve birçok kadının sana hayran olmak için çok nedeni varken nefretime yenik düştüm yalancı kahraman. Lavabodaki cam kırıkları acını ele veriyordu ama senin o beyaz yakan gündüzleri affetmemeyi öğretiyor geceleriyse kininle sarhoş olmayı. Ergenliğimin ilk günleri ceplerim sana ait olanlarla değil de şahsiyetle dolsaydı belki bu soğuk mermerin üstünde fark edilmeyi beklemezdim. Annemi unutturmak yerine, hep hatırlattın. Defalarca birilerine anne demeye zorladın ama aslında sen annem de olamadın, eksik olan buydu belki de. Yalnızlığıma yalnızlık katman çok kez parçalasa da babam olman affetmeyi hatırlatıyordu. Dördüncü katta bıraktım seni.
6.Kat
21 Ocak 1999. Dershaneden çıktık. Saat 19.00. Kızılay Yüksel’de sarı bir kafede oturduk. Masalar mum kokusunda, içerisi loş. ‘Shape of My Heart’ çaldığında hiç olmadık yerde hiç olmadık bir şarkıda dans etmeye başladık. Seninle geçen her an yaşama nedenimdi. O gece herhangi bir gece gibi sokaklarda dans ederek; kahkahalarla, aşk çığlıklarımızla, sarhoş, umursamaz, yaşamaya değer veren unutulmuş kaygılarımızla geçti zaman. Geçirdiğimiz son anlarmış meğer. Eve bıraktın beni. On yedi yaşında arabayla. On yedi yaşımızda çok küçük bir nehirde yaşarken senle ben, içi boşaldı saat tam 23.37’de. Ev telefonu çaldı gidişini haber veren bir siren gibi. Kimdi haber veren, nereden aramışlardı, kayıp beynimde. Hatırladığım tek şey gençlik ateşimiz daha tam içimizdeyken sen boş bir duvara çarpıp yalpalayarak elveda dedin bu dünyaya. Haksızlık ve adaletsizlik gençliğimi çoktan söndürmüştü duyduğum bu acı sirenle. Ben o gece ve bundan sonraki her gece yaşlanarak geçirdim sensizliğimi. Sen gittikten sonra çok yürüdüm senin de ayak bastığın caddelerde, belki senden kalan bir şey bulurum diye. Çok dinledim dinlediğimiz şarkıları bana bir mesaj yollarsın diye. Arkandan çok çizdim, çok yazdım ama sen gelmedin. Ben 21 Ocak tarihini hiç affedemedim. Kış mevsimini hiç sevmedim senden sonra. Ev telefonuna hiç cevap vermedim mesela veya mum kokusu duyduğum hiçbir yerde durmadım sen yoksun diye. Beynimde yavaş yavaş silinen masum yüzün bir siluete dönüşse de gözlerin hep orada tam gözümün önünde sevgilim. Kalbim acıyor ama seni hep affediyorum küçük serserim.
8.Kat
Canım dostum Ece’m,
Bu sonuncu denemem. Ne telefonlarıma çıkıyorsun ne maillerime cevap geldi ne de İstanbul’a uğurlama komitesine geldin. Son dakikaya kadar terminalde bavulların ve koşanların arasında gözüm hep seni aradı. Biliyorum çok kızgınsın, son tercihi yapmasaydın diyorsun, belki git bir daha gelme diyorsun, belki için için mutlusun ama ceza çektiriyorsun. Belki de affetmiyorsun beni. Hangisi Ece? Nolur artık bir cevap, bir ses senden. Gönderdiğim 21. mektubumu bu defa uçuk pembe kâğıda yazıyorum, mutlaka buna dayanamayıp okuyacaksın! Sesini duymayalı 2 ay oldu! Çok özlüyorum.
Ben yine de anlatacağım, yine de merakta olduğuna eminim. Ece, burası ışıl ışıl; şehrin tavanlarına disko topu asmışlar! Tatillerde fotoğraf karesi gibi gördüğümüz bu şehir, yaşarken bir başka. Lunaparka benziyor, çocukken gittiğimiz Gençlik Parkı’na. Hep heyecanlı, hep renkli. Bazen de sinsi; pat diye kırılıveriyor kalbin sonra hoop yapıştırıyorsun parçaları, yaşamaya devam.
Kızlar çok farklı giyiniyor; tüller, danteller, en çok da file çoraplar var şu sıra hepsinde. Pasajlar tütsü kokuyor, mağazalar bağımlılık yaratacak türden; çeşit çeşit. Şaşıp kalıyorum. İstanbul’da çirkin olmak imkânsız!
İlk günler zorlandım tabii. Sırt çantamı göğsüme takıyordum, şimdi alıştım. Annem iyi ki atletlerime küçük keseler dikmiş yoksa yanından, arkandan, sağından, solundan geçene hırsız gözüyle bakıyorsun. Otobüslerin numaralarını avuçlarıma yazarak ezberledim, bizdeki gibi birkaç hat yok, onlarca.
Yurtta kalıyorum. Odada 6 kişiyiz. Her bir arkadaş ayrı bir âlem. Sürekli dedikodu yapıyorlar. Garip geliyordu, şimdi gülüp geçiyorum. Dolaplar hep açık, ortak kullanım. Kızmıyorum artık, ona da alıştım. Ranzada üst taraf kaldı bana. Önce uyuyamam sandım, yorulunca öyle güzel uyuyorsun ki. Paket taşımaya başladım, sigara içmeyeni almıyorlar aralarına.
Taksim’e gidiyoruz sıkıldıkça, bira içip dönüyoruz. Çok geçe kalamıyoruz. Giriş çıkış kısıtlı. Yürü yürü bitmiyor sokaklar Ece; Arnavut kaldırımları hiç sıradan değil, basmaya kıyamıyorsun. Binlerce yüz, suratlarına bakınca binlerce macera. Deniz kokusunu içine çektikçe bir daha doğuyorsun! Sesler sessiz değil, duymak istediğimiz gibi daha cesur.
Bizim okul heybetli bir taş bina, buz gibi. Bahçesinde eylem ve polis gördüğümde gerisin geri dönüyorum yurda tramvayla. Hocalar çok sevecen, hepsi çok havalı, çok farklı. Sevdim ben bu İstanbul’u, tahminimden daha çabuk alıştım. Bir sevgilim yok henüz ama olacak gibi.
Vizeler başlıyor haftaya, biter bitmez yanındayım. Sen istesen de istemesen de. Gelince sıkı sıkı sarılacağım sana, o zaman unuturuz belki her şeyi.
Seni çok seviyorum.
Zeynep
11.Kat
Gölgeler geçiyor önümden. 11. kattayım. Lunaparktan içeri giriyorum. Dudaklarım istemsiz tebessüm ediyor. Palyaçolar görüyorum önce, hiç sevmem! Ürküyorum. Sonra bir dönme dolabımın içinde fırıl fırıl dönüyor başım. Kalbim ayak seslerimi sevmiyor bu sefer. Balerinin eteklerine oturuyorum. Dans ediyorum bir sağa bir sola. Gerçek insanların arasında yalan bir oyun oynuyorum. Belli belirsiz. İçim dağları deviriyor dışım ürkek bir kız çocuğu. Ayağımın altında küçük pembe bir limuzin; oyuncak! Basmamak için üstünden atlıyorum. Çok insan var, çok ses. Daralıyorum. Kürküm ağır geliyor, çıkarmak istiyorum sonra vazgeçiyorum. Saçlarım uçuş uçuş ilerliyorum. Bir kapı görüyorum, üstünde renkli geometrik desenler, küçücük. Ben de küçülüyorum, anahtar deliğinden itiyorum kendimi içeri. Buz gibi, karanlık, yine kalabalık. Isınmak için çakmak arıyorum. Sağ cebimden gri bir kâğıt parçası çıkıyor. Sol cebime bakıyorum. Katlanmış bir zarf düşüyor yere. Camı açıyorum. Sesleri duymamak için kulaklarımı tıkıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Kapattıkça çoğalıyorlar. Kafama biri vurup duruyor. Elini çekiyorum, daha fazla vuruyor. Gözlerimi açıyorum pembe limuzinler binlerce, minik böcekler gibi. Onlara basmamak için ileri geri zıplıyorum. Nefes almak istiyorum. Dışarı bakıyorum. Yerler ıslak. Güneş görünüyor. Biri kolumdan tutuyor, aldırış etmiyorum. Bir gökkuşağı göz kırpıyor. Küçük pembe limuzinler merdivene dönüşüyor. Daha da yükseliyorum. Sevgilimin sesini duyuyorum. Affettiklerime bırakıyorum kendimi…
Pelin OKTAY
Bu öykü, Erbulak Yaratıcı Yazarlık Evi önderliğinde, Dağhan Külegeç Yayınları’nın “Affet Beni” adlı öykü kitabında yayınlanmıştır. Storytell’de sesli dinlemek için: https://www.storytel.com/tr/tr/books/1846028-Affet-Beni-Affa-Dair
Harikulade bir anlatım. Ellerinize sağlık devamını bekliyorum…
Teşekkür ediyorum😊
Yazı yazmak, kalemini konuşturmak sana o kadar yakışıyor ki. Sen hep yaz canım benim hep yaz olur mu. Bu yazı senin ilk bebeğin ve okudukça insanın daha da okuyası gelen ve kaleminin ne kadar yaratıcı ve güzel olduğunun bir kanıtı adeta. Sen yaz ki bizler de okuyucuların olarak hem mest olalım, hem de bu güzelliklere şahit olalım…🤩🌸💜🙏💙
Çok teşekkürler Nihancığım😊