“Bu kitap çok sevilirse, savunduğu tezler geçersiz hale gelir.”

“Oysa edebiyatın asıl konusu edebiyat değildir; hayattır, insandır. Edebiyatçı, hayatı ve insanı anlamak için uğraşır.”

 

Zafer Hocam merhaba. Kırmızı Kalem Edebiyat’a zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim, ilginize.

‘Son Ozan Livaneli’ kitabınız hakkında konuşmak istedim. Ama öncekilere kısaca değinerek başlayayım. ‘Neydi O Gelecek Bayramlar’ adlı son romanınız iki yıl önce yayınlanmıştı. Beşinci romanınızdı. Sanırım üç tane de öykü kitabınız var.

Beş roman, doğru, ama öykü kitapları için üç denebilir mi, bilmiyorum. Yolda adlı son öykü kitabımı, ilk iki öykü kitabım piyasada bulunmadığı için, içlerinden seçtiğim bazı öyküleri elden geçirip, birkaç yeni çalışmamı ekleyip öyle yayına hazırlamıştım.

Bunların dışında, birçok dergide ve gazetede yazdığınızı biliyorum. Özellikle son zamanlarda yazılarınıza en çok Birgün Gazetesi’nde ve Masa Dergi’de rastlıyoruz. Yazılarınız, kitaplarla ilişkilendirerek toplumsal konular üzerinden şekilleniyor. Araştırdığım sırada yanlış anlamadıysam eğer, kitap tanıtım yazılarıyla başlamıştınız. Nasıl bir yolculuktu?

2004 veya 2005’ti, ilk yazımı Vatan Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlamıştım. Ondan önceki on beş yıl boyunca da günlük dediğim notlar yazmıştım, kendi kendime. Onlar da hep kitaplarla ilgiliydi. Okurken bende çağrıştırdığı düşünceleri, bir romanda anlatılanların yaşadığımız hayatta neye karşılık geldiği gibi açılardan ele almaya çalışıyordum. Vatan’da bir buçuk yıl kadar kitap tanıtımları yazdıktan sonra daha serbest şeyler yazmaya yönelsem de, her metnimi ille bir veya birkaç kitapla ilişkilendirme gereği hissederek devam ettim. Hâlâ da öyle, okuduğum veya incelediğim bir kaynak hissedilsin gibi bir kaygı… Yoksa niye ben bir şeyler yazacağım da insanlardan okumasını bekleyeceğim; herkesin aklından her gün bir sürü düşünce geçiyordur, birçok duygu hissediyordur. “Benim görüşüm şöyle” veya “şöyle bir duygum var” gibi gerekçelerle yayın organlarında yazmak kabul edilemez geliyor bana. Bir hazırlık süreci yaşanmalı, bir çalışma yapılmalı.

Biraz iddialı bir yaklaşım değil mi?

E, insan bir şey anlatacaksa iddialı olmalı zaten. Hikâyesinde işlediği temayla ilgili veya yazısında geliştirdiği düşünceyle ilgili daha önceki çalışmalara hâkim olmalı. Farklı olarak ne söylediğini, daha önce işlenmiş o konuyla ilgili hangi anlayışı desteklediğini, neye itiraz ettiğini belirginleştirmeli. Bir meselesi olduğu için yazmalı.

Yazının dışında, edebiyatın ötesinde bir mesele şart değil elbette. İlle de toplumsal dönüşüm amaçlamak falan gibi büyük bir hedef gerekmez. Ama ele aldığı konuyla ilgili okura farklı bir açısı sağlamak, kanıksanmış bazı yaklaşımlara itiraz etmek gibi, belirgin bir gerekçe olmadan yazmak bana saygısızlık gibi geliyor. Sonuçta, insanlardan ömrünün bir parçasını vermesini talep ediyorsunuz. Sizi okumak için harcadıkları o saatlerini veya dakikalarını bir daha geri getiremeyecekler. Bazı yazarlar “Ben kendim için yazıyorum, okuru dikkate almıyorum” gibi sözler ediyorlar. Ayıp değil mi bu? O zaman yayınlamasınlar, evde kendi kendine yazsınlar.

Böyle derken, yazdıklarımda ciddi bir fark yaratmayı başardığımı, daha önce anlatılanlardan daha kapsamlı, okurda büyük etki yaratacak yapıtlar ortaya çıkardığımı ima etmeye çalışmıyorum. Bu konuda herhangi bir okurdan daha fazla söz hakkım da yoktur zaten. Demek istiyorum ki, sonuç başarısız olabilir, amaç gerçekleşmeyebilir, ama bir yazarın yazma gerekçesi iddialı olmalı. Bir tezi, bir meselesi olmalı.

Bu düşüncenizi biraz daha somutlaştırmak için, hemen Son Ozan Livaneli kitabınıza geçeyim. Zülfü Livaneli hakkında kitaplar yazıldı, belgeseller ve çeşitli çalışmalar da mevcut. Ayrıca Zülfü Livaneli kendisi de Sevdalım Hayat kitabında anılarını ve hayatındaki birçok gelişmeyi anlatmıştı. Sizin anlattıklarınızın bunlardan farklı kılan nedir?

Son Ozan kitabı, biliyorsunuz, Livaneli’nin hayat hikâyesi değil. Zaten kendisi yazar olan bir kişinin hayat hikâyesini yazmak pek anlamlı olmazdı. Yaşadığı bazı olayları anlatıyorum, onun hayatındaki olaylara denk gelen ülkedeki ve dünyadaki bazı gelişmeleri de anlatıyorum. Bunları, işlediğim konuların malzemesi olarak kullanıyorum. Üzerinde durduğum konuları belirginleştirmek, düşünmek için kullanıyorum. Bir inceleme kitabı bu. Livaneli’nin sanatını ve dünya görüşünü inceliyorum. Böyle bir inceleme ise, sadece onun başından geçen olayları anlatarak yapılamaz. Yüzlerce yıl içinde gerçekleşen dönüşümlerden, iletişim alanında, sanat anlayışlarında ve toplumsal yapılarda yaşanan gelişmelerden bağımsız ele alınamaz öyle bir sanatçı. Ve dönüşmeyen insanlar özelliklerini konu etmeden de olmaz.

Dolayısıyla, Livaneli’yi tanımak, sadece Ömer Zülfü Livaneli adındaki bir kişinin hayatını bilmeye karşılık gelmiyor. Kendi yazdığı biyografi kitabı, onun hakkında yazılan kitaplar, hazırlanan belgeseller, dergi dosyaları, hepsi önemli bilgiler içeriyor elbette. Okura bir birikim sağlıyor, veriler sunuyor. Ama benim “Livaneli’yi anlamak” derken kastettiklerimin en azından bir kısmı, o çalışmaların çerçevesidışında kalıyor.

Az önce andığım roman ve öykü çalışmalarınızdan farklı türde olan ve İnkılâp Kitap tarafından yayınlanan Son Ozan Livaneli kitabını yazma amacınızı nasıl açıklarsınız?

Hiç kimse, kendi ömründeki deneyimlerle hayatı algılayamaz, ne yaşadığının farkına varamaz. Gerek örgün eğitimlerle gerekse kültürel mirasın çeşitli biçimlerde aktarılmasıyla gelişir insan. Aslında kitap okumamız, müzik dinlememiz de, biz her zaman bu amaçla yapmasak da, bu işe yarıyor. Nazım, insan elinin mağara duvarına ilk kez bizon çizdiği günden beri akan bir ulu ırmaktan söz eder. O ırmakla bütünleştikçe, süzülmüş değerlerle, kadim duygularla yıkandıkça, akıp giden hayata katılabiliyoruz. Kendi kısa ömrümüz de öyle anlamlanıyor.

Livaneli, Anadolu’da yaşayanların bu ırmakla bağlantısını sağlayan en önemli kaynaklardan biri. Onun üzerine düşünmek, hayata ve sanata dair birçok konuya ışık tutuyor.

Hangi konular bunlar?

Yaşadığımız toplumsal dönüşümler, değişmeyen bazı insan özellikleri, sınıf bilinci yerine kimliklere dayanan siyaset anlayışının dünyada yayılması… Sonra, “Halklar büyük sanattan anlar mı?” konusu önemlidir. Sanat sadece tuzu kuru bir kesimin eğlence aracı mıdır, hayata müdahale etmenin bir yolu olarak nasıl ele alınabilir? Hatta, sanat sadece bir anlatım uğraşı mıdır, gibi sorulara da neden oluyor Livaneli’yi incelemek. Sanıyorum, en az anlatmak kadar, Livaneli için hayatı anlamanın da bir yoludur sanat. Bunların dışında, devrimci kişilik özellikleri, mücadele etmek ve uzlaşmak meselesi, çok boyutlu insan nitelikleri, büyük sanatçıların ortak yönleri…

Böyle birçok sorunun üzerinde durmaya, bazı yanıtlar geliştirmeye vesile olacağını düşündüğüm için Livaneli’yi bir konu olarak ele almak istedim.

Peki, Livaneli’nin böyle bir kaynak haline gelmiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz?

Çünkü Livaneli medya çağında yaşadı, ama o dönemin koşulları tarafından belirlenmedi. Şimdi de sosyal medyanın etkili olduğu dönemde yaşıyor, ancak bu dönemdeki varlığı da iletişim ortamlarındaki dönüşümleri anlamamıza olanak sağlıyor.

O zaman bu konuları adım adım konuşalım. Medya çağının özelliği nedir? Livaneli’ye niye etki etmedi?

Aslında daha öncesini hatırlamakta fayda var. Yüzyıllar boyunca, hangi şiirlerin, ezgilerin, hangi sanatçıların yaygınlaşacağında hep halk belirleyici olmuştu. Yayınevi, plak şirketi, gazete ve kitap eki gibi aracılar yoktu. Gündelik hayattaki duygulara, hayallere, insanlık durumlarına karşılık gelen yapıtların en iyilerini üretenler kendiliğinden kitleselleşiyordu. Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan gibi, derin düşünceler geliştirenler, sözlerini başka bölgelerde ve başka zamanlarda da geçerli olacak biçimde söyleyenler kuşaklar boyunca dilden dile yaşıyordu. En yaygın yapıtlar, en kaliteli olanlardı.

Yüzyıllar boyunca sevilen sanatçıların ozan niteliği, aslında saz çalarak şiirler seslendirmelerinden çok, onları halkın ortaya çıkarmış olmasından kaynaklanıyordu. Livaneli için kitapta kullandığım ozan kavramını da öyle düşündüm; müzik veya roman veya sanatın herhangi bir alanını belirtmek için değil, halkın tercihiyle ortaya çıkan sanatçı anlamında…

Aslında Livaneli, medyanın egemen olduğu dönemde ortaya çıktı diyorsunuz, ama bunun yine de halkın tercihiyle gerçekleştiğini anlatıyorsunuz.

Kaydedilen müzikleri, yazılan kitapları çoğaltıp dağıtmak kolaylaştıkça, sanat yapıtları aynı zamanda birer meta haline geldi. Halktan önce bir ara kademe ortaya çıkıp, hangi yapıtların insanlara ulaşacağı konusunda belirleyici olmaya başladı.

Bu teknolojilerin ilk yıllarında Dostoyevski gibi, Stendhal, Balzac gibi yazarlar çeşitli güçlüklerle karşılaşsalar da, en nitelikli yapıtların genellikle en yaygın olması durumu devam ediyordu. Biraz sonrasında Yaşar Kemaller, Marquezler de kitle iletişim engeline takılmadılar. Ne var ki, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren, hayattan kopuk bir uğraş gibi yürütülen sanat çalışmaları yaygınlaştırıldı. Sanat, hayatı anlama ve anlatma biçimi olmaktan çok, günlük sıkıntılardan kaçmanın bir yolu gibi görülmeye başlandı. Patronlar için çalışan insanların, boş zamanlarında gerçeklikten uzak konularla oyalanmaları, sonra da dönüp gündelik hayatlarına devam etmeleri isteniyordu. Cep telefonların veya dizüstü bilgisayarların şarj edilerek tekrar sahiplerine faydalı hale getirilmeleri gibi.

Bu geçiş döneminin son anında ortaya çıktı Livaneli. Anadolu insanı, âşık geleneğinden gelen ve onların yürek vuruşlarını seslendiren bu ozana bir kapı açtı. Oysa kendisinin böyle bir hedefi bile yoktu. Hiçbir zaman müzisyen olmak, yazar olmak, milletvekili olmak gibi hedeflere yönelmemiş, insanı, toplumu ve hayatı anlamak için uğraşmış, güzellik yolunda, eşitlik, özgürlük yolunda mücadele amacıyla bir şeyler anlatmaya, bir şeyler yapmaya çalışmış bir insan. Bu anlama ve dönüştürme çabalarından dolayı müzikle ve edebiyatla dolu biçimde yaşanan yıllar.

Daha ilk albümüyle kitleselleşmesi de, bilindiği gibi, kendinsin herhangi bir girişimi olmadan, hatta haberi bile olmadan, kendiliğinden gerçekleşti. Sanatçının ortaya çıkmasında ve yaygınlaşmasında halkın belirleyici olduğu binlerce yıllık bir dönemin sona erdiği günlerde insanlarla buluştu. Ama varlığını kitle iletişim çağında sürdürdü. Bu açıdan bakınca, Karacaoğlan veya Pir Sultan gibi sanatçılardan da ayrılır, medyanın beslediği pop kültürü sanatçılarından da.

Bunu bir övgü olarak söylemiyorum. Onun başarısından çok, bir konjonktür meselesi olarak anlatıyorum. Bin yaşında genç bir halk sanatçısının bu koşullarda yaşaması, konjonktürün böyle denk gelmesi nedeniyle, Livaneli, sanatın ve hayatın birçok yönünü anlamamız, çeşitli konular üzerinde düşünebilmemiz için bir kaynak haline de geldi. Elbette kendisi de bunun hakkını verdi. Medya içinde yaşarken halk tercihlerinin direnişçisine dönüştü. Aynı şekilde, anlık tepkilerin egemen olduğu sosyal medya çağında yaşarken de kadim değerlerin bir temsilcisi olarak varlığını sürdürüyor.

Gerçek sanatın ve sanatçının medyayla uzlaşarak değil, ancak mücadele ederek ortaya çıkabileceğini gösteren bir kitap bu. Okurken, bir yandan da sürekli kitabın verdiği mesajı yorumlamaya çalıştım. En belirgin tavır, popüler kültüre bir başkaldırı gibi geldi bana.

Popüler kültürün, kapitalizmin sevimli yüzü olduğunu söylüyorsunuz, ilk okuduğumda harika bir tanım olduğunu düşünmüştüm. Bunu biraz açabilir miyiz?

Livaneli sanatından çıkaracağımız mesajın özeti şöyledir: Korkunç zulümler var bu dünyada. İnsanlık hızla yozlaşıyor. Hatta insan türünün kolektif üretim niteliğine karşılık gelen paylaşım duyguları, varlığını sürdürmesini sağlayan dayanışmacı özellikleri tahrip oluyor. Ama bunlar, “insanın kötü bir canlı” olmasıyla değil, içinde yaşadığımız koşullarla açıklanabilir. Doğadaki varlığımızı sürdürmek ve daha güzel yaşamak için, özellikle son yüzyıllardaki bu koşulları değiştirmek gerekiyor. Kapitalizme direnmek gerekiyor.

Aynı şekilde, Livaneli sanatını doğru algılamak için de kitle iletişim egemenliğine direnmek gerekiyor. Çünkü böyle sanatçıları veya simgeselleşen isimleri popüler kültür sadece mecbur kaldığı durumda kabullenir. Dünyada da öyledir. Saramago, Picasso, Che, Chaplin… Siyasetin ve medyanın iktidarları, bunların yolunu kesmeye; ortaya çıkmalarını, yaygınlaşıp insanlara ulaşmalarını önlemeye çalışır. Engelleri aşmış olanları tanırız elbette, ama engellenmiş olanlar kim bilir kaç kat daha fazladır.

Kapitalizm, böyle sanatçıları ve toplumsal simgeleri önleyemeyince, pop kültürünü devreye sokar. Kabullenmek zorunda kaldığı sanatçıların derinliğinin kaybolacağı biçimde algılanması ve magazinsel biçimde izlenmesi için çeşitli yöntemleri, adeta refleks biçiminde uygular.

Bu açıdan, bu kitabı, pop kültürüne direnmek amacıyla yazdığımı söyleyebilirim. Livaneli’nin doğru algılanmasının, insanların düşüncelerinin ve tavırlarının değişmesine katkıda bulunacağına inanıyorum.

Ne var ki, tam da bu nedenle, Livaneli’yi pop kültürünün etkisi altında kalarak takip edenlere rahatsız edici gelecektir bu kitap. Hatta diyebilirim ki, bu kitap çok sevilirse, savunduğu tezler geçersiz hale gelir.

Kitabı okurken, anlattıklarınızı sanki bir tiyatro sahnesinde izliyormuşum gibi hissettim. Bunu sağlayan anlatımınız beni oldukça etkiledi. Bazı anıları kronolojiyi bozarak anlatırken sahnenin ortasına bir spot düşürüyor ve sadece o noktayı aydınlatıyorsunuz. Sonra spot ışığı bambaşka bir noktaya düşüyor ve başka bir zamanda, başka bir yerdeki bir gelişmeyi anlatmaya başlıyorsunuz. Bir yerden sonra okur, kitapta anlatılanların kendi çevresinde yaşandığını hissetmeye başlıyor. Alışılmış bir tarz değildi, ilk on sayfa adapte olmaya çalıştım. Sonrasında da kendimi anlatının içine düşmüş buldum. Bu şekilde anlatmaya nasıl karar verdiniz?

Mevlana, Uğur Mumcu, Abidin Dino, Metin Altıok, Ataol Behramoğlu, Mahir Çayan, Ülkü Tamer, Theodorakis, Gorbaçov, Aytmatov… Birçok önemli kişi yer alıyor kitapta. Onlarla ilgili olayları hikâyeleştirerek anlattığım yerler var. Ama bu bir kurmaca kitap değil. Üzerinde düşünmek ve yorumlamak için Livaneli’nin hayatından bazı olayları hikâyeler biçimde aktardım.

Livaneli yapıtlarının 1970’ler başından 2010’lar sonuna kadar ortaya çıkış sırasına genellikle bağlı kaldım anlatırken. Ama onları incelerken ele aldığım gelişmeleri ve dönüşümleri, kronolojiyi dikkate almadan anlattım.

Son Ozan’ın anlatıcısı, bir Kiramen Kâtibin meleği. Fakat sıradan bir Kiramen Kâtibin’den söz edilmiyor, bu melek, bir kişinin değil, Anadolu’nun kültür sanat alanındaki sevap ve günahlarını kaydedenlerden biri. Görevi Zülfü Livaneli’yi izlemek. Neden Kiramen Kâtibin meleği?

Bu coğrafyanın, bu kültürün bileşeni haline gelmiş bir sanatçı Livaneli. Onu incelemek için kendinsin yaşadığı on yılları aşan bir perspektifle bakmak gerekiyor. Günümüzü geçmiş yüzyıllarla ve ülkemizi dünyanın değişik bölgeleriyle ilişkilendirerek ele almak gerekiyor. Bu nedenle, istediği anda zaman ve mekân değiştirebilen bir anlatıcının işimi kolaylaştıracağını düşündüm.

Ayrıca, anlatının duygusu açısından da sorgulayıcı bir atmosfer yaratmaya çalıştım. Müziğin sadece müzik olmadığını, edebiyatın sadece edebiyat olmadığını, sanatçının tarihsel ve toplumsal sorumluluğu bulunduğunu öyle bir meleğin anlatması daha anlamlı olur gibi geldi bana. Sanatçının her tavrını kaydeden, insanların hayatına doğrudan ve dolaylı etkilerini not eden bir yazıcı melek.

Çalışmanız sırasında, bunun riskli bir anlatım olduğunu düşündünüz mü?

Amacım ilginçlik yapmak değildi. Siz de biliyorsunuz, “nasıl anlatayım” diye düşünerek yazmaya başlanmaz ki? Ne anlatacağımız ana hatlarıyla belliyse kafamızda, sonra onu nasıl anlatayım diye düşünerek bir yol bulmaya çalışırız.

Bu kitap eğer güzelse, anlatım biçimi anlattığı öze uygun olduğu içindir. Diğer bütün kitaplar için de geçerli bu. Yaşar Kemal, konu yazarına göre gelir, diyor. Konunuz neyse, söyleyecek sözünüz, anlatacak hikâyeniz neyse, onu nasıl bir yolla anlatacağınızı, nasıl bir biçim yaratacağınızı düşünerek çalışmaya girişirsiniz. Ama öz’den bağımsız bir biçim yaratma hevesine kapılırsanız, biçimciliğe sapmış olursunuz. Saçma bir çalışma çıkar ortaya.

Tabii, anlatım yolunu anlattığınız konuya uygun biçimde belirlemeye çalışınca da ortaya iyi bir kitap çıkmayabilir. Bunu başarıp başaramamak ayrı bir konu.

Evet. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde ve benzer ortamlarda da çokça konuşulan konular bunlar. Siz de böyle bir atölye çalışması yürüttünüz. Zaman zaman editörlük de yapıyorsunuz. Bu yüzden Özellikle fikrinizi almak isterim. Bazı kesimlerin bu atölyelere tepki gösterdiğini biliyorsunuz. “Yazarlığın eğitimi mi olur?” şeklinde çıkışlarla karşılaşıyor ve her mesleğin olduğu gibi yazı yazmanın bir takım teknikleri olduğunu, bu teknikler kişinin yeteneğiyle birleştiğinde ortaya şaşırtıcı derecede yaratıcı ve nitelikli işlerin çıktığını elimizden geldiğince izah etmeye çalışıyoruz. Fakat sizin, Seyhan Livaneli ödül törenindeki konuşmanızdan aklımda kalan bir cümle var. “Yazarlık eğitimlerinin artmasıyla beraber ‘fazla’ güzel metinler çıkıyor ortaya,” demiştiniz. Bunu olumsuz bir durum olarak mı görüyorsunuz?

“Beş on haftalık bir atölye çalışmasına katılarak veya yazma teknikleriyle falan ilgili üç beş kitap okuyarak yazar olunmaz, edebiyatçı öyle yetişmez.” Buna benzer görüşler sıkça benim de karşıma çıkıyor. Ama bunları bir tartışma gibi göremiyorum, çünkü aksini savunana hiç rastlamadım.

Öte yandan, sahiden de, yazar olmak gibi, bir kitap yayınlamak veya bir dergide bir metin yayınlamak gibi amaçlarla sıkça karşılaşıyoruz. Bu tuhaf bir heves tabii. Yani bir şey anlatmaktan veya hayata müdahale etmekten bağımsız olarak yazmak, daha doğrusu, yayınlamak, kendi başına bir amaç haline geldi. Ama bunun nedeni atölyelerin veya nasıl yazılır türünde kitapların varlığı değil. Tersine, pek hissedemediğim öyle heveslerin sonucunda, bir tür ihtiyaca karşılık veren atölyeler veya kitaplar yaygınlaştı.

Yayın organlarının karşılayamayacağı miktarlarda başvuru oluşuyor. Kendini “yazar adayı” kabul eden insanlar sürekli çoğalıyor. Bu nedenle, yazı atölyeleri yaygınlaşıyor, yazma tekniği anlatan kitaplar epeyce ilgi görüyor. O kadar çok insan, o kadar yoğun biçimde “nasıl yazmalı” meselesiyle uğraşıyor ki, güzel yazmak, içeriğe uygun anlatım geliştirmekten bağımsız bir çaba haline geldi. Öz’e en uygun biçimi ve üslubu yaratmaktan çok, biçimsel kaygılar dikkat çekiyor. Bunun sonucunda da, o metnin niteliği haline gelemeyen bir “güzellik” durumu ortaya çıkıyor. “Fazla güzel” gibi bir duygu veriyor öyle metinler. Gereksizce süslenmiş gibi. Hatta bazıları için “rüküş” denebilir.

Doğrusu, bu artık çağımızın bir sorunu haline gelmiş durumda. Fazla güzel yazmasa bir yazar, saf ve derin hikâyelerini memleketin büyük yayınevlerine kabul ettirme olasılığı sahiden de azabilir. Birçok jüri üyesi, galiba, metinlerdeki dil ve anlatım titizliğini, bir öz’ü yansıtmasa da, iyi edebiyatın tek ölçütü kabul ediyor. Hatta okurlar arasında, hikâye veya düşünce okumaktan çok, yazma tekniğini inceleyen bir editör gözüyle okuma alışkanlığı yayılıyor. Çünkü dergilerde falan sürekli bu konu çıkıyor okurun karşısına.

Oysa edebiyatın asıl konusu edebiyat değildir; hayattır, insandır. Edebiyatçı, hayatı ve insanı anlamak için uğraşır, bu uğraşıyla ilişkili olarak yazar. Okurun okur niteliğini koruması, yani hepimizin, saf okur kalan bir yönünün bulunması, memlekette iyi yazarlar çıkması kadar önemli. Zaten bunlar birbirine bağlı.

Sevgili Zafer Köse’ye, değerli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…

Röportaj: Duygu Değirmenci

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir