Uykudan önce son gördüğüm, matem tarlasında kararıyor gözlerim. Uyandığımda ilk gördüğüm, bu matem örtüsünün yerli yerinde durduğu, yeşili, ağacı, göğü, doğaya dair her ne varsa adeta yutup yok ettiği. Bahçede çay sohbetlerimiz sona erdi. Oğlum Ernest, gemi güvertesinden vebalı olduğu şüphesiyle denize atılan adamı gördüğü günden beri konuşmuyor.
İstanbul’dan kaçarken beraberimizde getirdiğim bu lale soğanları… Matem ektim evimize, hatıralar çullanıyor üzerime.
Kan kırmızı, tek başına, kenarı kırık toprak bir saksıda getiremezdim yanımda. Suskunlar mahallesinde veda ederken ona, ellerimle diktim nemli toprağına. Kan kırmızı lalesi göğsünde, yasak meyvesi rahminde, uyuyor Elfida. Ayna kırılsa, kara kedi geçse önümden aynı şey benim için; matem tarlama bakmadan uyursam, sabaha varmadan ölü çıkar bu evden.
İstanbul, cihan güzeli İstanbul… Hiç unutmayayım diye kederini de benimle mi gönderdin? Kaçıp kurtuldum sandığım kara veba, kapkara irinleriyle ruhuma nüfus edip benimle gelmiş. Öyle büyük ki günahım, dönümlerce arazimi matem sarsa yeridir.
Her lale aynı sanırdım. Bu cins katre-i matemmiş meğer. Tek başına nefes kesici, hayrete düşürücü. Fakat bir arada olduklarında ürkütücü, huzursuz edici. Kara kara, ölüm ölüm geliyor üstüme.
Baronun gayrimeşru evladı olarak geldim dünyaya ama beni diğer çocuklarından hiç ayırmadı babam. Servetinden ve eğitim eşitliğinden meşru kardeşlerimle aynı derecede faydalandım. Geldiğim nokta ailemin gurur kaynağı olmamı sağladı. Osmanlı’ya Avusturya elçisi olarak atanarak hep işittiğim masal şehri İstanbul’a gidişim en beklenmedik hayalimin gerçekleşmesiydi. Alışık olmadığım üzere yerleştirildiğimiz Elçi Han’ın konforsuzluğu hayal kırıklığı yaratmış olsa da şehri gezip gördükçe, tanıdıkça hayranlığım arttı. Aynı ifadeyi devlet erkânındakiler için söyleyemem, yoğun bir korku ve güvensizlik hissettiğim günler de oldu. Hizmetlimiz Anabell’in gözlerimizin önünde çırpınarak öldüğü güne kadar, şehri renk renk saran o güzel çiçek bahçelerini izlemeden kahvemi yudumlamadan güne başlamazdım. Veba salgını şehre öylesine hızlı yayıldı ki herkes gibi biz de önlem almakta geciktik. Şehrin gayrimüslim topluluklarından Levantenler ile varlıklı Fenerli Rumlar arasında epeyce dostlarım vardı. Bir gecede göç başladı.
Şehirde dolaşmanın mümkün olduğu günlerden birinde Ayasofya’ya uzandım. Geleneksel motiflerle bezeli bir kahvede çok sevdiğim Türk kahvesini içmekti niyetim. Tahta iskemlelerden birine iliştiğim sırada çayını içmiş kalkmak üzere olan bir genç gözüme ilişti.
Eskimiş sarığının içinden sarkan yer yer lekeli ve eprimiş kumaşın kenarındaki çiçek; gözlerimi kamaştıran, geldiğim günden beri her yerde gördüğüm, bakmaya doyamadığım bu çiçeği işaret ederek adını sordum. “Tulpen,” dedi. Fakirliğini ve perişan halini bir çiçekle süslemeye çalışan genç… Hâlen hatırladıkça gözlerim dolar. Çiçeğin varlığının, durumunu daha acınası kıldığından habersizdi delikanlı. Hollandalı botanikçi dostuma bir mektup eşliğinde gönderdiğim lale soğanlarının Avrupa’da Tulpen adıyla anılacağını kim bilebilirdi? Ben çiçeğin ismini sorarken, o başındaki tülbendi söylerken ve bir şehir vebadan kırılırken…
Sanki o hayatı rüyamda gördüm ben. Yarın sabah başkası olarak uyanmam ve geçmişin kâbuslarından tamamen arınmam mümkün mü?
Elçi Han’daki mütevazı dairemize vardığımda kapıda beni sarayın tahsis ettiği ve haremden defedilen Elfida Hatun karşıladı. Aslen Kırım kökenli olan hatunun ismi harem günlerinde verilmiş. Sonradan öğrendiğim üzere Osmanlıcada Elfida “gözden çıkarılmış kadın” anlamına gelirmiş. İri ela gözleri hep hüzünlü bakan, verilen işi titizlikle yapan, her emre itaat etmeyi öğrenmiş olan bu genç kadının ismi kaderine hatta karakterine yansımıştı. Fakat o gün üstünde bir tuhaflık vardı; genç, boylu poslu kadın bir günde çökmüş, küçülmüştü sanki. Göz teması kurmadan elindeki mektubu uzattı ve gitti. Üzerinde “Baron de Busbek” yazıyordu, her zamanki gibi ismim yanlış yazılmıştı. Aldığım hediye için teşekkür mektubu yazdı sandım, küçücük odasında penceresinin içinde eğreti oturabildiği peykesinin önünde, kan kırmızı açmıştı lalesi. Mektup Osmanlı tebaasına mensup Levanten dostum Bay Corsini’den geliyordu. Veba salgınına karşı uyarıyor, hayli karamsar tablolar çiziyordu ki iç odalardan gelen çığlık sesiyle irkildim, eşimin haykırışı gırtlaktan gelen bir hayvan sesiydi sanki, maddi bir varlık gibi tüm evi doldurdu. Seslerin geldiği odaya koştuğumda gördüğüm manzara belki de ilk kez ilkel tarafımı ortaya çıkarttı. Kaçmak istedim, herkesten ve her şeyden uzağa kaçmak… Bir daha da dönmemek…
Elfida Hatun sedirde baygındı. Kimse yanına yaklaşmaya cesaret edemiyordu çünkü boynunda ve kol içlerinde görülen simsiyah, mosmor irin dolu kan keseleri düşmanın artık içimize kadar sızmış olduğunu haykırıyordu. Sonraki günler tam bir kâbustu. Elfida Hatun’un ardından saraydan gönderilen doktorun da vefatı ile her güne sayıları en az beş yüz ile bin arası ölümlerle başlar olduk. Dostum Bay Corsini’nin mektubunda belirttiği gibi Prens Adaları veya Boğaziçi en makul kaçış noktalarıydı. Uzun uğraşlar sonucu ailem ile adaların en büyüğünde bulunan, geçici süre için tahsis edilen köşkümüze gitmek üzere veziriazamdan izin alabildim. Zira biz Avrupalı kibar elçiler bu devlet nezdinde yarı esir, yarı casus olarak görülmekteydik. Her gezimiz, her temasımız, hatta dost sohbetlerimiz bile en az iki görevli tarafından izlenir, uzun uzun tetkik edilirdi. Prens Adaları’nın en büyüğü olan ve iki köyden oluşan ikametimize ulaştığımızda, en azından ailem bir nebze rahat nefes aldı. Ancak anakarada son birkaç günde gördüklerim, yaşadıklarım, zannederim bu dünyadan göçtüğüm güne kadar belleğimden silinmeyeceklerdi.
Kesinlikle öleceğimi düşündüğüm günlerdi. Fakat kim inanır ki kendi ölümüne? Gözlerimle gördüm; o güzelim lale bahçelerinde, sokak aralarında, her yerde bir ölüm ki kitle kitle, katre katre, alt alta, üst üste. “Her faninin ölümü kendi kıyametidir,” der Osmanlı ulemaları, bu öyle bir kıyametti ki adeta Dante’nin cehenneminin dokuzuncu katı…
Ada günlerimizde, gayrimüslim halkın misafirperverliği ve Rum balıkçılar ile kurduğum dostluklar sayesinde anakaranın cehenneminden uzakta nefes alma imkânı bulmuştum. Fakat her sabah uyandığımda ve her gece uykudan önce nazlı lalemle, gizli sohbetlerim bile iç huzurumu sağlayamadı. Günlerce süren fırtınalar sebebiyle erzak tedariki aksasa da ölümün soğuk ve çirkin yüzünden uzak olunca yoklukla baş edebiliyorduk. Adım adım gezdiğim adanın tarihi, beni derin düşüncelere sevk etmişti. Bir zamanlar prenslerin ve üst düzey devlet görevlilerinin sürgün edildiği yerler, şimdi varlıklı ve asil olanların kendi istekleri ile geldiği yerlerdi.
Hatıratımda da yazdığım gibi: Biz insanlar tüm zamanlarda kurban olmaya ve yenilmeye, bir sebeple mahkûm varlıklarız. Vicdan taşıyan her yüreğin yapacağı gibi istisnalar kaideyi bozmasa da birbirimizin tarafını tutarız. Vahşi bir hayvan gibi hayatta kalma dürtüm ve gösterişli soğukkanlılığım o günlerde her şeye rağmen beni ince bir damarla da olsa hayata bağladı. Nihayet fırtınalı günlerin sonu… Yaz sıcağının özellikle öğle saatlerinde iyice kendini gösterdiği o gün, anakaradan gelecek erzakları dört gözle bekliyorduk. Erzak mavnalarının gelişi, günün en sevdiğim zamanıydı. Türk kahvemi yine Türk lokumlarımla birlikte içtiğim bu anlarda mavnaların gelişine en çok da kahve stoğumuz yenileneceğinden sevinirdim. İşin aslı ne kahve eskisi gibi kokardı ne de lokumların eski tadı vardı. Kahve kokusu, kan kırmızı laleler, ah Elfida hüzünlü ela gözler, bugün suladım mı? Uykudan önce bakmalı. Gözyaşı dökeceğim günlerin yakın olduğunu hissetmiş gibi bilerek mi verdin bu mendili? Üstelik lale motifi işlemişsin. Rum mavna kaptanı iyi haberlerle geldi o gün. “Salgın bitmek üzere, ölü sayıları epeyce azaldı,” diyordu. Sevindik tabii. Öyle ki hemen o gece yemekli şenlik tertiplendi. “İllet hastalık buraya ulaşamadan kurtulduk,” diyordu ada halkı. Fakat tüm gece boyunca içimde bir huzursuzluk, karmaşık duygular içinde kâh yedim içtim güldüm, kâh somurtup düşündüm. Komşu köşkün sakini Fransız elçisi, görev süresi dolduğundan, dört gün sonra aramızdan ayrılacaktı. Kendisi ve ailesi için de güzel bir veda gecesi yerine geçmişti. Birlikte geçirdiğimiz aylarda kendisiyle dostluğumuzu epey ilerletmiş, adeta can yoldaşı olmuştuk. Fransız hükümeti tarafından kendisine gönderilen kadırganın yaklaşık dört gün sonra Marmara açıklarına demirleyeceğini umuyordu. Gidişi beni üzüyordu. Güzel geçen gecenin ardından, her şey adım adım felaketimiz oldu. Üçüncü günün sabahı adamızda veba vakaları baş gösterdiğinde halk, son gelen erzak mavnasının halatından farelerin indiğini konuşmaya başladı. Ölümler öyle ani öyle beklenmedikti ki; sanki dağa, taşa, denize, toprağa bulaşmıştı. Yine o ilkel korku geldi yüreğime yerleşti, aylar önce İstanbul da duyduğum korkunun aynısı.
Korkunun, belirsizliğin kokusu unutulur mu? Olsa olsa uyutulur. Huzursuzluk içinde derhal komşum Fransız elçisine koştum. Kadırgasında kendime ve aileme yer istedim. Münasip bir lisanla kaptan ve tayfaya hediyeler dağıtacağımı, bu misafirperverliği göstermesi halinde memleketime götürmemin mümkün olmadığı tüm kıymetli antikalarımı kendisine hediye edeceğimi belirttim. Ertesi sabah tüm ailem ve boş olan komşu köşkün bahçesinde sakladığım bir sandık dolusu lale soğanıyla, iskelede bekleyen mavnalarla Fransız kadırgasına hareket ettik. Ülkelerimiz arasında barışı tesis etmek üzere gönderildiğim İstanbul’dan, bu illetle savaşın en yenilmiş adamı olarak evime dönüş yolculuğumda eşimle bağlarımız büsbütün koptu. Catherina’nın yol boyunca bilhassa kendi korkusunu bastırmak için oğlumuza söylediği ninni, adeta Yunan mitolojisindeki Sirenler’in ölüm şarkısıydı. Annem de ninni söyler miydi bana? Annemi hatırlamıyorum ki.
Uzun süre kimseyi görmek istemedim, yemeklerimi odamda yedim. Osmanlı diyarında başladığım defterler dolusu hatıratımı gözden geçirerek dinlendim. Ruhumda açılan yaraların kabuk tutmasını, beynime kazınmış görüntülerin silikleşmesini umutsuzca bekledim. Biraz toparlandıktan sonra, kendimi lale soğanlarımı ekmeye ve yaralarımı doğa yoluyla iyileştirmeye verdim. İlk zamanlar toprakla uğraşmak iyi geldi. Doğunun matemini ellerimle, topraklarımda yeşerttiğimi nereden bilebilirdim? Yağmurlar bastırdı. Soğanlarından baş verdi çiçeklerim. Kendi toprağında, kendi ikliminde olmadığını anlamış gibi, nazlı, isteksiz. Öyle bir renkle sardı ki tüm bahçeyi; Elfida Hatun’un kolundaki kara mor, mor kara irinli tümsekler gibi, katre-i matemmiş cinsi meğer, çok geç öğrendim.
Elfida gebeydi; kendi kaderimi çocuğuma yaşatmak üzereyken veba aldı onları elimden. Ölen kurtuldu belki ama ya ruhu veba olan ben? Kaçar gibi ayrıldığım toprakların hatırası, günahımın karşılığı olamaz ama Tanrının verdiği küçük bir ceza şimdi bu izlediğim.
Nice mahzenlerde yaşar mı bu illet? Gömleklerde, kâğıtlarda, lalelerde, ellerimde?
Hangi dehlizlerde pusuya yattı kim bilir? Kurtuluşun sahte yüzüyle kaç nesil unutacak kara ölümü?
Sus artık Catherina, sus. Ölüm şarkısına başladın yine.
Uykudan önce son gördüğüm matem tarlasında ka- rarıyor gözlerim.
Yarın sabaha uyanamamak tek dileğim.
Gökçe Zeynep Şingin
Bu öykü, Erbulak Yazarlık Evi işbirliği ile Dağhan Külegeç Yayınları’ndan çıkan,
“Uykudan Önce-Pandemiden Sonra” kolektif kitabında yayınlanmıştır.