Bir ay kadar önceydi, iki katlı ahşap evimin alt katındaki tek göz odaya taşındım. Bir miktar masrafım oldu tabii. Marangoz yüklüğü ikiye böldü, içine küçük bir masa, birkaç raf çaktı. Gaz ocağını masanın üzerine koydurdum, kap kacağı da raflara dizdim, al sana mutfak. Bir başımayım, yetti de arttı bile. Soranlara, “Merdiven inip çıkamıyorum, aksayan bacağımın ağrısı beni bitirdi,” dedim. “Dul aylığım yetmiyor, üst katı kiraya vereceğim,” deyip, elâlemin ağzına sakız mı olsaydım? Yok evlatlarım hayırsızmış da yok zavallıymışım da. Kimse sormaz, bilmez işin aslını. Çokça konuşurlar.

Üst katın genişliğini, ferahlığını aramıyorum desem yalan olur. Daracık sokakta, kömür isinden kararmış ahşap evlerin gölgesinde, gündüz vakti bile loştur bu odanın içi. Bir saat otur, rutubet kokusu siner üzerine. Olsun, ziyanı yok. Bütün gün pencerenin önündeki sedirde oturup sokağa bakar, gelen geçenle oyalanırım. Hava iyice kararana kadar elim kucağımda dalar giderim, sararmış tüllerin ardında. Karanlık çökünce gelen geçen azalır, kapılar kapanır, ortalık sessizleşir. Hiç sevmem akşamları, karanlığı, karanlıkla kol kola gezen hüzünlü sessizliği. Sokağın sesi kesilmeden radyoyu açarım, ben yatıp uyuyana kadar çalar kendi kendine. ‘Arkası Yarın’ı dinlediğim de olur, şarkılara, türkülere eşlik ettiğim de. Bazen dertlerimi hatırlatır şarkılar efkârlanırım, bazen de neşelenir unutuveririm. Başka nasıl geçer ki zaman? Sessizlikte, bir başına, düşün düşün. Bir bakarsın ki kocamış bir ağaç gibi içten içe çürüyüp gitmişsin.

Eskiden akşamları oturmaya gelen olurdu, çok eskiden. Bayramlarda ziyaretime gelmeyen komşu kalmazdı. Aahh ah! Eski komşular. Birer ikişer terk edip gittiler. Durumu düzelen apartmanlara dağıldı, vadesi gelen Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kiracılarını bıraktılar bana komşu diye. Ne ben onlara alışabildim ne onlar bana. “Merhaba merhaba,” o kadar. Alt kata taşındım ya, “Bakarsın hayırlı olsuna gelen olur,” dedim olmadı. Yarım ağız öylesine bir seslendi karşıdaki, hepsi o. Bakkaldan aldırdığım misafir bisküvilerini de kendim yedim çayın yanında.

Bilen bilir, perşembe günleri banyo günümdür benim. Bir güğüm suyu ılıştır, dökün, şap şup, bitti. Buna da yıkanmak denirse. Eskiden her hafta hamama giderdik Perihan’la, saatlerce yıkardık birbirimizi. Bende astım, kalp çıktı sonra. Doktor yasakladı hamamı. Perihan desen gurbet kuşu oldu, uçtu gitti.
Geçtiğimiz değil de ondan önceki perşembe havlumu, temiz çamaşırımı hazırladım. Güğümü gaz ocağından zar zor indirdim. Sırtım da keselenmez ya kaç zamandır, “Komşunun gelinine seslensem mi?” diye düşündüm. “Amaan,” dedim sonra, “boş ver kalsın.” Hamamlığın kapısını açar açmaz, avuç içi kadar bir fare oturağın altından fırlayıp bana doğru gelmez mi? Çığlık çığlığa kapattım kapıyı. Şakaklarımı, bileklerimi kolonyayla ovdum da ancak geçti yüreğimin çarpıntısı. Elimde süpürge, yeniden açtım hamamlığı, niyetim malum. Baktım gözükmüyor, canım sıkıldı. “Dolapta dokunmadık erzak bırakmaz şimdi bu,” diye söylendim durdum.

O günün akşamı radyoyu açmadım. İçim çekmedi. Banyoda üşüttüm mü ne, bir kırgınlık üzerimde. Üşendiğimden bulaşığı da yıkamadım, tabağı çanağı yığdım ocağın üzerine. Genç yaşta aniden hastalanıp ölen kocamın, her biri bir yere dağılmış çocuklarımın, torunlarımın, camekânlı büfenin içinde kahve fincanlarına yaslı resimlerine baktım. Hatıralar canlandı; ağlarken güldüm, gülerken ağladım. İşte öyle karnımın içinden konuşup dururken, tahtaların altında gezinen farenin tıkırtısını duydum.


– Kahrolasıca! Ekmeğin, peynirin kokusunu aldın tabii dolanır durursun.
Ben konuşunca birden tıkırtı kesildi. Sustum. Yine başladı fıldır fıldır dolaşmaya. “Beni mi dinliyor bu?” Bir iki denedim böyle. Sustum, konuştum, sustum, konuştum. Derken içim geçmiş, uyuyakalmışım.
Ertesi sabah hamamlığa küçük bir dilim peynir bıraktım. Öğleden sonra baktım peynir yok. Sevindim nedense.
O günden sonra hava iyice kararmadan kalın perdeleri çekip odanın ışığını yakmaya, onun gelişini beklemeye başladım. Adını da ‘Pakize’ koydum, sekiz yaşımdayken ölen rahmetli anamın adı. Nur içinde yatsın, her gece ben uykuya dalana kadar yatağımın kenarında oturur, hikâyeler anlatırdı.
Pakize de her akşam geldi, uyuyana kadar kaldı benimle. Ben anlattım, o dinledi. Ben sustum, o tıkırdadı.

Bugün muhtarın oğlu camı tıklattı, “Sana telefon var,” diye. Hemen anladım Perihan’ın aradığını, kapı baca açık koşturdum gittim.

– Tıkır tıkır tıkır…
– Aylar sonra kızın sesini duyunca bir kötü oldum ki sorma, ağlamaktan konuşamadım. “Anne yapma bak, beni de üzüyorsun,” dedi. “Kızım bari arada mektup yazsan, halimi hatırımı sorsan,” demek istedim, diyemedim. İnsan içinden gelse yazar.

Ha Pakize, yazmaz mı?

– Tıkır tıkır…
– Dört sene olmuştur, maaşı kırdırıp İstanbul’a gittiydim, Selimimin yanına. Üç gün sürdü misafirliğim. Sonra başladı surat asmalar, çocuklara bağırmalar.
– Tıkır…
– Bir hafta dolmadan palas pandıras döndüm. Bir daha da adını anmadı Selim, “Gel ana buyur,” demedi. Kendi de gelip kapımı açmaz iki senedir.
–…
– Üst kata kiracı çıktı Pakizem. Radyoda misket havası çalıyordu, şu odanın ortasında oynadım sevincimden.
– Tıkır tıkır tıkır…
– Sana şeyi anlatmış mıydım? İki ay önce vefat eden komşumun kocasını.
– Tıkır tıkır tıkır…
– Yazık sap gibi kaldıydı adam bencileyin. “Erkeğe bekarlık daha zor,” dedim. Akşamları elime bir süpürge, bir bez alıp kapıya, cama çıktım, geçerken görürse belki aklına düşerim gibisinden. Onca yıllık komşu, az çok tanır bilir beni.

–…

– Rahmetliyi de severdim, muhterem kadındı. Eee ne yapalım Pakize, takdiri ilahi. Geride kalanlar da hayatına, düzenine bakacak.
– Tıkır tıkır tıkır…
– Dur bi dinle hele. Ben bi aracıyla ağzımı aratır diye umutlanır dururken, bugün bir de bakarım ki kolunda gençten, akça pakça bir kadın, güle oynaya geçiyor adam camın önünden. Bana da bir bakış fırlattı ki sorma, “Kara kuru, yaşlı Fatma’ya kalmadık,” der gibi.

–…

– Çok ağırıma gitti çok. İnsan yerine koyan bir sen varsın Pakize.

Üç dört gün böyle geçti. O dinledikçe ben anlattım, anlattıkça açıldım, rahatladım. Sonra ne olduysa oldu, Pakize ortadan kayboldu. Baktım hamamlığa bıraktığım peynire de el sürmemiş, telaşlandım. “Kesin yan komşunun çıyan gözlü kedisi,” dedim, “hakladı Pakizemi.” Sonraki akşamlar perdeleri çekip radyoyu kapattım, sessizce onu bekledim. Gelsin istedim, uykudan önce yanımda olsun, konuşalım, dertleşelim. Üçüncü günün akşamı baktım tıkırdıyor, “Sonunda,” dedim kendi kendime.

– Pakize! Çok şükür sağsın.

– Takur tukur tak tuk…

Baktım tıkırtılar bir değişik, iyice dinledim. Sonra anladım tabii bizimki bir eş bulmuş kendine. “Dur bi sesleneyim bakalım ne yapacak” dedim.

– Üst kata talip olan kiracı, “Vazgeçtim,” diye haber göndermiş. Sevincim kursağımda kaldı Pakize.

–…

– Akça pakça dediydim ya, pek de güzel değilmiş kadın. Geçen gün bakkalda gördüm; gözleri şehla bakıyor. Bir de kalın sesi var, dan dun erkek gibi.
– Takır tukur tık tık takır takır takır takır…
– Sen de eş buldun artık, koşturur durursun. Fatma’yı kim dinler, kim ister ki?

Sonraki iki gün yatak döşek hastalandım, ağzıma bir lokma koymadan öylece yattım kaldım. Kadersizliğime ağladım, isyan ettim. Pakize’ye kızgınlığım bir çığ gibi büyüdü içimde. Zar zor kalkıp üzerime yeşil hırkamı geçirdim, üst kata çıktım. Kilerdeki ıvır zıvırla dolu kutudan bulduğum kapanları getirip hamamlığa kurdum. Kapısını sıkı sıkı kapattım. Radyoyu açtım.
Pakize sustu. Büfenin içindeki fotoğraflar sustu. ‘Arkası Yarın’ başladı.

Aynur Dervişoğlu

Bu öykü, Erbulak Yazarlık Evi işbirliği ile Dağhan Külegeç Yayınları’ndan çıkan,

“Uykudan Önce-Pandemiden Sonra” kolektif kitabında yayınlanmıştır

Shares:
2 Comments
  • Pelin
    Pelin
    1 Eylül 2021 at 08:14

    Muhteşem. İnsan okurken kendini düşünüyor. Elinize sağlık.

    Reply
  • Fatih Kabakkaya
    Fatih Kabakkaya
    8 Eylül 2021 at 17:58

    Kaleminize sağlık, harika..

    Reply

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir