Merhaba Müge Hocam, hoşgeldiniz. Misafirimiz olmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Öncelikle, Can Yayınlarından çıkan son öykü kitabınız ‘Kalpten Seven İnsanlar’ ile başlayalım, ‘Kalpten Seven İnsanlar’ı okurken dikkatimizi ilk çeken, öykülerin bir şekilde birbirine bağlı olması. Toplumu anlamak, gerçekleri söylemek ama aynı zamanda çözüm bulmayı da hedefleyen bir anlatım var. Bizim sevgi ile derdimiz ne sizce? Sevgi dediğimiz kavramı yanlış mı anlıyoruz?

Belki de kafamızda sevginin ne olduğunu çok da sorgulamıyoruz. Etrafa bakıyorsunuz, herkes birbirini seviyor. Fakat bütüne bakamadığınız müddetçe sevgi meselesi hep bir sorun olarak kalıyor. Bir insanı sevdiğiniz zaman aslında koca bir yaşamı sevdiğinizi kendinize itiraf edemiyorsanız sevmiyorsunuzdur. Bu yüzden çok büyük hayal kırıklıkları yaşıyoruz diye düşünüyorum.

Hatalar tabii ki olacaktır, hatalar aslında bizi birbirimize yakınlaştıran şeyler, bunu bu çeperde görebilirseniz zaten iletişim ve yaşamın içerisindesiniz, zaten evrenseli yakalamışsınız demektir.

Fakat indirgedikçe ki, indirgeye indirgeye yaşadığımıza inanıyorum ben. Kaybediyoruz. Bizi bize yakınlaştırabilecek yegane köprünün tılsımını kendi ellerimizle yok ediyoruz.

‘İndirgemek’ Yargılamak mı? Yargılarımız yüzünden mi kaybediyoruz?

Tabii. Yargı nedir? Korkudur. Korkudan beslenir. Korku devreye girdiği zaman, sevgi ortadan kalkar. Ama sevgi o kadar “pür-i pak” bir şey ki korkuyu yok eder. Mesela sevdiğiniz bir şeyle uğraşırken aklınıza korku gelmez, endişe olmaz veya yarına dair dertleriniz, bankadaki paranızın faizinin ne kadar olacağı gibi şeyleri düşünmezsiniz çünkü o anın içerisindesinizdir. Ve o huzur anında yaşamla birleşiyorsunuzdur. Biz bunu kaybettik. 

İşte tam burada şunu sormak gerekiyor, ‘Kendimizi ne kadar seviyoruz ki, toplumu sevebilelim?’ Benim siyasetle kurduğum bağ, öykülerimde anlatmaya çalıştığım bu. Kendine yolculuk yapamazsan diğer insanlara nasıl yolculuk yapacaksın? Toplumsala dair nasıl yolculuk yapacaksın? Dünyayı değiştirmek için nasıl çabalayacaksın? ‘Kalpten Seven İnsanlar’da en çok bunu anlatıyor işte.

Benim 21. Yüzyıldan en büyük korkum bu. ‘Kalpten Seven İnsanlar’ı da o yüzden yazdım. Bir sevgi kitabı değil bu, insanlar arasındaki sevgisizliği anlatan bir kitap. Biz o kadar toplumsala daldık ki, toplumsalı çözmek isterken kendimizi kaybediyoruz. Kendimizi bulamadığımız sürece toplumsala dair bir şey söylemek anlamsız geliyor. 

Şu sıralar hepimizin dikkatini çeken bir furya var, ‘Evrene güzel enerji vermek’ adı altında, temeli ‘Ben en değerliyim’e dayanan mesajlar. ‘Kalpten Seven İnsanlar’ da birey olarak aslında birer hiç iken, ancak bir araya geldiğimizde bir anlam ifade ettiğimizi anlatıyor bize. Acaba biz mesaj verme olayını biraz yanlış mı anladık? Evet doğa insana her şeyini veriyor ama biz insanlar doğaya ne veriyoruz? Bizim bu sistemde sizce yerimiz ne?

Bu sistemin bir parçası olduğumuzu düşünmemiz bence yeterli ve hiç de zararlı değil. Parçası olmaktan neden korkuyoruz anlamış değilim. İlla ki her şeyin merkezinde olmak istemek modernitenin yarattığı bir şey. “Sen bir bireysin,” derken aslında “Sen tek başına dünyalara hakimsin,” demek isteniyormuş gibi algılıyoruz. Oysa ki böyle değil. Benim dünya görüşümde, belki herkes kendi içerisinde bir evren evet ama biz birlikte olduğumuz zaman bir şey ifade ediyoruz. Doğa ile bir arada olduğumuzda bir şey ifade ediyoruz. Bugün sizinle bir arada olduğumuz hal, buluştuğumuz ortak noktalar, bu sohbet, mailden gönderilen sorulara kuru kuruya cevap vermekten daha anlamlı, çünkü iletişim halindeyiz. Bu yüzden bence, biz sistemin kendisi değiliz. Biz onun bir parçasıyız ve sadece bir arada olabildiğimizde her şey anlamlı kılınıyor.

Peki politik olarak düşünürsek, örgütlü toplanma ile, çevreyi, doğayı, insan haklarını savunmak için, dünyaya bir şey katabilmek için çok mu geç kaldık?

Hiçbir zaman geç kalınmaz. Hatta geç kalmak fikrinin bize bir şeyler verdiğini düşünüyorum. Bazen geç kaldığımızı hissettiğimizde, bu düşüncenin bir tık ötesi, bizi, “şimdi ne yapabiliriz?” noktasında buluşturabiliyor. Fakat, biz kendi odalarımızda, bilgisayar karşısındaki duruşlarımızda, herhangi bir yaşamsal faaliyette kendimizle yüzleşemiyorsak, kendi hatalarımızla temas edemiyorsak, istediğimiz kadar sokaklara çıkalım, istediğimiz kadar yasaları protesto edelim, eğer kendi ruhumuza dair hiçbir şey yapmamışsak burada büyük bir bencillik devreye giriyor. “Ben o kadar mükemmelim ki benim değişmeme gerek yok,” demiş oluyoruz. Önce bizim kendi enkazlarımızdan kalkmamız, oradan çıkmamız gerekiyor. Aslında zannettiğimiz kadar muazzam olmadığımızı görüp bununla yüzleşirsek, işte o zaman başka her türlü şeyin de hakkı için gerçekten, yürekten mücadele edebiliriz.

‘Babamın Ardından’ adlı romanınızda, göç kavramının yarattığı parçalanmayı bir çocuğun gözünden okuduk ve hatta deyim yerindeyse izledik. Ülker bize, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye tarihinin, aslında göçlerin tarihi olduğunu çok farklı bir üslupla anlattı. Neden, göç gibi keskin ve acı bir olayı, bir çocuğun gözünden okuduk? Özel bir sebebi var mıydı?

Kesinlikle vardı. Bu hikayeyi bir çocuk kahramanın, Ülker’in gözünden anlatılması özellikle seçtiğim bir şey. Savaşların en büyük yıkıma uğrattığı kesim çocuklardır ve ancak onlar gözünden anlatıldığında, bir savaşın en gerçekçi boyutuyla yansıyabileceğini düşündüm ben. Savaşların özeti aslında şudur, dışarıdan baktığınız zaman bir adamın başka bir adama posta koyuşunu, dünya çapında ya da ülkeler çapında bir toplumun kendini gösterdiğini görürsünüz, fakat gerçekçi olan yanı nedir? Bundan herkes zarar görür. Çocuklar ise bu hasarı ve gerçekliği verme konusunda çok önemli bir yerdeler, o kadar net ki onların taşıdığı hisler. Bu yüzden bu hikayeyi Ülker’in gözünden anlatmayı seçtim.

‘Çok Özel İsimler Sözlüğü’ adıyla çıkan öykü kitabınızda, yirmi dokuz isim mevcut. Yirmi dokuz isimde bitirmenizin bir anlamı var mı?

Tabii. Orada öncelikle sembolik olarak alfabemizdeki noktaya bir temas var. Bir de çok özel değil o isimler. Rahatlıkla her yerde rastlayabileceğimiz isimler. Fakat yazarken şunu ısrarla düşündüğümü hatırlıyorum, “aslında özel olan isimler değil, duygulardır. O duyguları taşıyan insanlar baktığımızda çok da kalifiye özellikler taşımıyorlar, her birinin, her an karşımıza çıkacak insan tipleri,” yazarken en çok bunu düşündüm. Bu da okura,  ‘Aslında her insan kendine ait çok özel duygulara ve duruşlara sahiptir. Atlamayın. Es geçmeyin. Görmezden gelmeyin,’i anlattı diyebilirim.

Sizce güçlü kadın modelini merkezine alan hikayeler mi kadındaki potansiyeli harekete geçirir, yoksa yardıma ihtiyacı olanların hayatlarına tanık olmak mı toplumu duyarlı olmaya çağırır?

İlk kitabım ‘Parende’ den yola çıkarsak, orada benim güçlü kadın karakterim yoktur. Orada çok güzel ezgiler mırıldanan kadınlar vardır. Benim için mihenk taşıdır ‘Parende.’ Ondan sonraki kadınlarımda öyle oldular. Kendi şarkı ve kendi ezgilerine sahip çıkan kadınlar oldular. Daha nihai boyutta düşünürsek, kendi şarkısına sahip çıkan kadın zaten çok güçlü bir kadındır. İlla ki masaya vurması gerekmez. Kendi sesine sahip çıkması zaten dünyadaki en büyük cesarettir. Kadın kahramanlarımda bunu özellikle vurgulamaya çalışıyorum. “Yanlış bile yapsanız, kendi sesinizde kalın. Kendi renginizde kalın. Kendi özgünlüğünüzde kalın. Çünkü o özgünlüktür sizi siz yapan, yoksa herkes birbirine benzer,” şeklinde bir yaklaşımım var. 

Genellikle kadın, kadına dair, kadının gücü veya kadının toplumdaki eşitsizliği üzerine roman ve öyküler okuyoruz. Fakat aynı şekilde, biz kadınlar kadar bu insanlık dışı tutuma ve medeniyetsizliğe karşı olan erkeklerde var. İleride, erkekleri de anlayabileceğimiz hikayeler yazar mıyız sizce? Bir kadın olarak, eril dil nasıl ifade edilebilir?

Bir kadının kendini tamamlayabilmesi için, öncelikle kendi iç yolculuğunu tamamlamış olması gerekir. O yolda, kendi dişiliğini ve eril yanını dengeleyebileceği bir yolculuk olmalı. Burada iki yol var. İlk yol erkeğe ait olan yol, ikincisi ise kendine dair seslerin olduğu yol, o seslerin içinde ne var? Yan ve ying. Yani hem erkek olan, hem kadın olan o taraf. Kadının önce kendi içindeki eril ile barışması lazım. Ancak öyle çok daha yönlü ve gerçek bir anlatım çıkabilir ortaya. 

Özellikle son yıllarda Türk dili yoğun bir asimilasyon altında. Türkçeyi korumak için, bir Dilbilim Uzmanı olarak bu konuda fikriniz nedir, neler yapmak gerekir?

Bu sadece dilin içerisindeki bir sorun değil bence, yaşamın içerisinde bir sorun. Yaşam felsefesinde bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yaşamdan ne anlıyoruz? Yaşam ile nasıl buluşuyoruz? Biz o yaşamın neresindeyiz? Bizi farklı kılan, özgün kılan şeyler neler? Bir insanın kendine ait bir dili olması ne demek? Bu dilden ürkmemesi ne demek? Bu soruların cevaplarını kendi içimizde verebildiğimizde, ne popülariteye dair bir açlık duyarız ne de kendimi yalnız hissederiz. Çünkü artık anlamışızdır ve anladıktan sonra da bence insanın kendine dair bir dille yazması kadar doğal bir şey yoktur. 

Bu alana emek veren tüm arkadaşlarıma tavsiyem hep şudur; Kendiniz olun. Kendi diliniz olsun. Kendi sözcükleriniz olsun. Kendi dağarcığınız olsun. Biz, her birimiz, kendimize ait o dünyalarda, yarattığımız o atmosferlerde buluşalım ve birbirimizle iletişim halinde kalalım. Siz benden bir şey öğrenin, ben sizden bir şey öğreneyim ve bu büyüsün. 

Bunun 21. Yüzyıl insanı olmakla hiçbir alakası yok bence. Bu insanın temel sorunsalı ile ilgili. Sözcüklerin aslında günümüzde temas ettiği tutarsız felsefeler yüzünden de bizimle doğru şekilde buluşamadığını düşünüyorum. Her sözcük temas ettiği duvarda erimeye mahkum, hiçbir zaman anlamla buluşamıyor ve o içerdiği anlamla buluşamadığı içinde hep havada kalıyor. Bunu görmemiz lazım. 

Yaratıcı Yazarlık Eğitmenliği ve yazarlık alanında kariyer yapmak isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?

Öncelikle mutlaka kendi seslerini, üsluplarını bulsunlar. Bulana kadar çalışmaktan hiç vazgeçmesinler ve kendi seslerinden asla korkmasınlar. Nitelikli bir okuma programı oluştursunlar ve mümkün olduğunca sadık kalsınlar. En önemlisi de yazamadıkları zaman kendilerine kızmasınlar. 

Size göre bir yazarın eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere  dikkat etmesi  gerekir?

Yazdıklarınızı yüksek sesle mutlaka okuyun. Kulak başka bir organdır, o size yol gösterecektir. Etrafınızda sizinle rekabet etmeyecek yetkin arkadaşlarınızla yazdıklarınızı paylaşmanız ya da profesyonel bir editörden dosyanıza dair destek almanız da çok önemli. Noktalama işaretleri ve dil bilgisi kurallarına dikkat etmek, dosyayı düzeltmeye gerek kalmayacak şekilde teslim etmek de sizi bir adım daha öne geçirecektir.  

Sevgili Müge İplikçi’ye, değerli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminizin hiç susmaması dileğiyle…

Röportaj: Duygu Değirmenci

Shares:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir