Merhaba Samet, öncelikle misafirimiz olmayı kabul ettiğin için teşekkür ederiz. İlk kitabın ‘Seymenler Çıkmazı’ ile başlayalım. Kitapta ilk olarak dikkat çeken, üslubun akıcılığı, zekice kullanılan cümleler ve komünist manifestoyu çocuk oyunlarıyla harmanlaman. Bu fikir nereden çıktı?
Böyle bir platformda, özellikle de en başlarında bulunmanın, beni son derece memnun ettiğini belirtmek isterim öncelikle.
Seymenler Çıkmazı ilk roman denemem. İlk yayımlanma denemem desem daha doğru olur sanırım. Doktora çalışmam olan politik şiddet hareketlerini, bir de romanla anlatmak istedim. Ortaya öyle garip bir roman çıktı. Üslup konusunda her yazar adayında olduğu gibi bende de büyük bir arayış vardı. Hakan Akdoğan hocamızdan yazarlık eğitimleri aldığımız dönemde arayışlarım devam ediyordu. Derken bir gün, özellikle atıfta bulunmak istediğim Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli şahane kitabı elime geçti. Onu okuduktan sonra içimde belirgin bir heyecan doğdu. Çünkü üslubuna hayran kalmıştım. Hiciv mi derseniz, merdiven altı cevapları mı dersiniz, kara mizah mı derseniz… Açıkçası bir tanıma koyamadım. Bildiğim tek şey ise onu denemem gerektiğiydi. Hemen ardından, atölyedeki ödevlerimizden ilk sırada olanı o üslubu deneyerek kaleme aldım. Kursta metni okuduğumda, Hakan Hoca, “Üslubunu buldun! Sakın bozma,” dedi. Kopya çektiğimi belirtmeme rağmen itiraz hakkı tanımadı. Derken diğer kurmacalar da benzer bir şekilde geldi ve bütünleştim. Ama içten içe halen bir çeşit kopyacı olduğumu düşünmekten de kendimi alıkoyamadım.
Aradan belirli bir süre geçtikten sonra Alper Canıgüz ile tanıştık. Tanışmamız ardından güzel bir dostluğa dönüştü. Yazdıklarımı okudu ve kesinlikle aynı kulvardan devam etmem gerektiğini söyledi. Alper Canıgüz’den de bu teyidi almak benim için artık bir çeşit onaylanmaydı. Bunun üzerine çalışmalarıma devam ettim ve Seymenler Çıkmazı ortaya çıktı. Zaten romanın daha ilk sayfasında da Alper Kamu karakterine gönderme yaparak okurlara bu durumu ilan etmiş oldum.
Komünist Manifesto’nun çocuk manifestosuna dönüşmesine gelince; kurgum gereği o sahnede çocuk kahramanımıza esaslı bir konuşma yaptırmam gerekiyordu. Çocuk oyunları üzerinden, politik grupların üst kimlik ihtiyacını işlediğim bir bölümdü. Konuşma ise diğer çocukları harekete geçirecek, onlara ortak kimlik kodlamaları yapacak ve bir çeşit direnişin başlangıcı olacak ortak değerlerin barındığı bir konuşma olmalıydı. O sahnede konuşmaya nasıl başlayacağını bir türlü kestirememiştim. Kendi kendime dalga geçmek için, “Çarşamba Mahallesinin üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Seymenler Hayaleti!” yazdım. Bunu yazdıktan sonra neden olmasın ki düşüncesi belirdi ve işin açığı o anda aktı gitti. Mahalle esnafları, özellikle torpil, çatapat ve kız kaçıran gibi oyuncak patlayıcıları satanlar kapitalizmin sembolleri oldular. Metnin sonuna da “Oyuncaklarınızdan başka, kaybedecek neyiniz var!” yazınca içime sindi ve öylece bıraktım. Sanırım başarmış olmalıyım ki, birçok kişiden olumlu dönüş aldım.
Aynı zamanda ‘Cihangir Defterdar’ mahlasıyla çocuk kitapları yazıyorsun. Hangisi daha ağır basıyor? Roman mı? Çocuk öyküleri mi?
Cihangir… Ah Cihangir…
Cihangir Defterdar aslında bir projeyle doğdu. Yayınevi benden çocuklar, daha doğrusu ön gençlik grubu için bir polisiye serisi kaleme almamı istemişti. 10-15 yaş grubuna yönelik ‘Kanıt Peşinde’ serisi. Tabii öncesinde çocuk edebiyatına yönelik ciddi bir okuma yaptım. Özellikle akademik ve bilimsel dokümanların neredeyse hepsini gözden geçirdim. Elimde bu anlamda olağanüstü bir arşiv var diyebilirim.
Yayın yönetmenimin kontrolünde ilk kitabı kaleme aldım. Kitabın yazım aşaması bitti ama ortada bir sorun vardı. Kitap hangi isimle çıkacak sorunu. Çünkü ilk kitabım yetişkinlere yönelik, üstelik canlı bombaların işlendiği ağır bir roman. Aynı isimle çocuk kitabı yayımlamaya açıkçası içim elvermedi. Çünkü çocuklardan birisi, aynı yazara ait diye yanlışlıkla Seymenler Çıkmazı’nı alıp okusa zararlı olabilirdi. Eh, bir eleştiri olarak bazı ebeveynler ve öğretmenlerin de dikkatsiz olduğunu bildiğimden dolayı bu risk çok fazlaydı. Rastgele bir mahlasla çıkaralım dedik. Cihangir beğendiğim bir isimdi. İsmimi ben koydum. Yayın yönetmenim Yiğit Recep Efe de soy ismimi bahşetti sağ olsun. Ortaya Cihangir Defterdar diye değişik ama akılda kalıcı bir isim çıktı. Bana göre mahlas olduğu her halinden belli.
Kanıt Peşinde serisinin ilk kitabı Gizemli Adam gerçekten beğenildi ve bir iki ay sonra ikinci baskısı yapıldı. Hal böyle olunca, serinin ikincisi istendi, üçüncüsü istendi. O dönemde bir de kitap fuarlarında çalışıyordum. Çocuklarla fazlasıyla içli dışlı oldum. Her fuarda yüzlerce kitap imzaladım. Çocuklardan olumlu dönüşler almak beni inanılmaz motive etti. Beş kitaplık Kanıt Peşinde serisinin ardından gelen talepler doğrultusunda ilkokul grubu için yine beş kitaplık Çılgın Dedektifler isimli seriyi kaleme aldım. Onun ardından da her zaman hayalim olan, Atatürk ile ilgili çocuk kitabı projemi hayata geçirdim. Ata’mla Çanakkale’de, Ata’mla Bandırma Vapuru’nda derken o seri de beş kitabı gördü. Bir anda Cihangir kimliğine fazlasıyla büründüm.
Burada özellikle belirtmek istediğim bir eleştirim var; iyi ki de çocuk edebiyatını Cihangir olarak yapmışım. Çünkü bilişim çağındayız ve zamane çocukları sosyal medyayı olağanüstü derecede iyi kullanıyorlar. Cihangir Defterdar olarak açtığım sosyal medya hesaplarından sürekli yazıyorlar. O hesaplarda ise kitap ve edebiyat dışında hiçbir paylaşım yapmıyorum. Çocuklar ne özel hayatımı, siyasi görüşümü, ne de başka bir şeyimi biliyorlar. Çocuk edebiyatı ile derinden ilgilendiğim için son dört yılda, onlarca çocuk kitabı yazarı ile temasım oldu. Ama maalesef büyük kısmı sosyal medya kullanımlarına hiç ama hiç dikkat etmiyorlar. Çocukların takip ettiklerini bile bile, hatta birlikte fotoğraflarını paylaştıkları o sosyal medya hesaplarında özel hayatlarını çok fazla ifşa ediyorlar. Evet, bu durum belki bizi ilgilendirmez ancak, çocukların yazarları rol model aldıklarını unutmamak gerek. Bu büyük bir sorumluluk gerektirir. Sigara içerken, nargile içerken, alkol alırken paylaşılan fotoğrafları çocuklar da görüyor ve örnek alıyor maalesef. Hatta daha da ilerisinde şiddeti savunan siyasal İslam akımlarına ait görsel paylaşanları bile gördüm. Onları yayınevlerine şikâyet ettim. Ama nafile. Bu konuda büyük bir sorumsuzluğun olduğunun altını çizmem gerekir.
En başa dönersem, evet bir yanım çocuk edebiyatı oldu ama ben kendimi halen romancı olarak görüyorum. Zaten çocuk kitabı projelerime ara verdim. Cihangir’in on beş tane kitabı oldu, Samet’in ise sadece bir tane. Cihangir’i çok şımarttık. Samet’i küstürmeden kaldığım yerden devam etmem gerekiyor sanırım.
Bir yandan da editörlük ve polisiye roman yazmak isteyenlere danışmanlık yapıyorsun. Yazar danışmanlığı yapmaya ne zaman ve nasıl başladın bize anlatır mısın?
Yazar danışmanlığı ilkin polisiye kitaplarla başladı. Polisiye edebiyat gerçekten büyük bir sanat. Ama benim danışmanlığın, kurgulardan ziyade pratik bilgiler ve mantık hataları üzerinden ilerledi. Polislik, adli konular ve hukuki süreçlerle alakalı eski mesleğimden dolayı bilgi sahibi olduğum için ilk olarak yakın çevremden talepler geldi. Gönüllü olarak ve severek yardımcı oldum. Daha sonra bu durum kulaktan kulağa yayıldı ve ister istemez büyüdü. Yaklaşık yirmi beş kitaba bu anlamda danışmanlık yaptım.
Dosyaları okuma sürecinde de gözüme çarpan diğer yazım hataları ya da anlatım bozukluklarının da altını çiziyordum. Şu cümle şöyle olsa daha iyi olur gibi basit tavsiyeler aslında. Daha sonra yayıncılık sektörüne girmemle birlikte bu talepler çok arttı. Birkaç platformda yazdığım blog yazıları ilgi çekti. Özellikle kitap bastırma dolandırıcılığı üzerine yazdığım bir yazım on binlerce kez okundu ve o dönem gündem oldu. Onlarca e-posta aldım. Meğerse ne çok dolandırılan olmuş. Böyle bir süreçle, biraz da tesadüfen editörlük ve danışmanlık işlerine girmiş bulundum.
Son bir yıldır ise Yediveren Yayınları’nın yayın yönetmenliğini yapıyorum. İster istemez birbirinden farklı yüzlerce kitabın üretim aşamasında bulundum. Hepsinin yazarlarıyla fikir alışverişi yap, editörleriyle görüş, dizgi ve kapak tasarımlarını takip et… Gecem gündüzüm kitap oldu diyebilirim. 2020 yılı içerisinde pandemi koşullarına rağmen 136 adet yeni kitap yayımlamışız. Yıl sonunda sayıyı görünce şaşırdım doğrusu.
Peki, polisiye roman yazmak isteyenlere ne gibi tavsiyelerin olur? Polisiye yazmanın püf noktaları nelerdir?
Uzun süredir kaleme almak istediğim yazının sorusunu sordunuz şimdi. Polisiye roman yazmak isteyenlere tavsiyeler vermek çok ama çok çetrefilli bir konu. Çünkü polisiye romanlar, tıpkı diğer edebi kurmacalarda olduğu gibi kendi içinde birçok farklılık ve çeşitlilik barındıran romanlar. Kimisinde olağanüstü zekice bir kurgu ön plana çıkarken kimisinde çok basit bir kurguyla aktarılan duygular ve gerçeklik okura haz verebilir. İşin açığı böyle bir yelpazede tavsiye vermek haddim değildir. Bazı pratik bilgiler ve kurgu içindeki tıkanıkları çözebilecek yöntemler hakkında tavsiyelerim olabilir. Ama bunların büyük bir kısmı da ilgili dosyaya özel noktalar.
Burada verebileceğim en büyük tavsiye polisiye yazmak isteyen kişilerin klişelerden uzak durmasıdır. Mesela çok duyduğumuz bir söz var: Kusursuz cinayet yoktur! Hele hele Türkiye’de hiç yoktur. Ben buna kesinlikle katılmıyor ve tam tersini iddia ediyorum: Kusursuz cinayet çoktur!
Gelin basit bir hesapla beyin fırtınası yapalım. Türkiye’de her gün yüzlerce kayıp kişi ilanı veriliyor. Bunların yüzdelik dilimde büyük bir kısmı kısa sürede bulunuyor ancak bulunamayan kişilerin sayısı küçümsenmeyecek derecede fazla. Hatta bununla alakalı Kayıp Şahıslar Büro Amirliği isminde Emniyet Teşkilatı içerisinde bir birim mevcut. Tıpkı Cinayet Büro Amirliği gibi. Hakkında kayıp ihbarı verilen ve henüz bulunamayan binlerce kişi var. Çok basit bir hesapla, son beş veya yılda yapılan ihbarlardan sadece ama sadece yüz tanesinin cinayete kurban gittiğini varsayalım. Evet, bu bir varsayım ama bana göre mantıklı bir varsayım. Biraz ürpertici olacak ama bu arkasında iz bırakmamış, delil bırakmamış yüz katil demek. Kusursuzca işlenmiş yüz cinayet yani. Başka bir bakış açısıyla, hadi bu cinayetleri yüz değil de on kişinin işlediğini varsayalım. Katil başına on cinayet yapar. Yani on tane seri katil.
Bana göre ilk klişeyi çürüttük sanırım. Mesela ben olsam, bir polisiye romanda eğer olayları çözecek kahramanım bir polis olacaksa, o kişiyi cinayet masasında değil kayıp şahıslar masasında görevli yapardım. Eminim daha iyi bir kurgu çıkardı.
Bir başka klişe ise polisiyelerde sürekli olarak cinayet kurgusunun işlenmesi. Evet, önemli bir konu ama başka suçlar üzerinden olacak polisiyeler bence daha ilgi çekebilir. Türkiye’deki cinayetlerin çoğunluğu anlık krizlerle, kavgalarla veya cinnetlerle oluyor. Yani fail çoğunlukla arkasında fazlasıyla iz bırakıyor. Ama hırsızlar öyle değil. Hele de profesyonel hırsızlar bu işi meslek edinmiş kişiler. Arkalarında iz bırakmama konusunda tam bir dehalar. Böyle bir suçlu üzerinden kurulacak polisiye romanın kurgusu emin olun çok daha farklı ve zekice olacaktır.
Burada verebileceğim bir başka tavsiye ise, olayları çözecek kahramanları farklı meslek gruplarından seçmeleri yönünde olacak. Düz bir mantıkla, ben bir okur olarak, karmaşık bir cinayet ya da olayı polis memuru, komiser, savcı gibi mesleki bir uzmanın çözmesini beklerim. Elinde çeşitli imkanlar vardır, bilgiler vardır. Ama örnek veriyorum, tecrübeli bir komiser ya da savcı yerine adliyede çalışan bir çaycının çözmeye çalışması daha ilginç olacaktır. Çünkü elindeki imkanlar çok daha kısıtlıdır ve o kısıtlılıkla olayları çözmek eminim çok zekice bir kurgu gerektirir. Mesela benim şu an üzerinde çalıştığım romanda kahramanım bir mezarlık bekçisi. Mezarlık bekçisi kısıtlı imkanlarla olayı nasıl çözecek inanın henüz ben de bilmiyorum. İç kurguyu henüz tamamlamadım. Ama bir şekilde çözecek ve inanıyorum ki daha başarılı bir finalle sonlanacak.
Bekleyen ya da yaratım süreci içinde olduğun bir çalışma var mı?
Proje çok. Fikir daha çok. Kurgu özetlerini hazırladığım, karakterleri belirlediğim, notlarını çıkardığım ona yakın projelendirilmiş dosyam var. Hangileri hayata geçer, hangileri proje olarak kalır şu an kestiremiyorum.
Yazım süreci bitmiş dört tane romanım var. Bunlardan bir tanesinin edisyon ve dizgi çalışmaları da tamamlandı. Ama nedense bir türlü yayımlayamadım. Sanki zamanı değilmiş gibi hissediyorum. İşin açığı neyi beklediğimi ben de bilmiyorum. Bunun dışında yazım aşamasında olduğum iki roman dosyası var. Birisi güzel ilerliyor, diğeri ağır aksak.
Sence bir yazarın, eserini yayınevine teslim etmeden önce en çok nelere dikkat etmesi gerekir?
Öncelikli tavsiyem asla ve asla acele edilmemesi yönünde. Az önce klişelerden uzak durulmasını söyledim. Şimdi tam tersi olacak ama yazılan eserin biraz demlenmeye bırakılma klişesi bence en doğrusu. Hele hele de ilk kitap çalışmasıysa. Birçok yazardan dinlediğim ‘ilk roman pişmanlığı’ sendromu maalesef gerçek. Belki de ben de sırf bu sendroma girmemek için yeni kitaplarımı yayımlamaya korkuyorum.
Acele etmeme konusunda Franz Kafka büyük bir örnek. O kadar ki, birkaç eseri dışında ölümüne kadar kitaplarının yayımlanması için bir girişimde bulunmadı. Hatta yakın arkadaşı Max Brod’a, yayımlamadığı diğer kitaplarını yakması için vasiyet etti. Max Brod ise kitapları yakmaya kıyamadı ve okurlarla buluşmasını sağladı.
İkincisi, gerçekten fikirlerine değer verdikleri birkaç kişi dışında yayımlanmadan önce başkalarına okutmamaları konusunda. Buradaki denge çok hassas. Doğru kişilere okutmak, doğru kişilerden yorum almak. Fazlası emin olun bütün motivasyonu kıracaktır. Gereksiz değişikliklere neden olacaktır. Baskı aşamasına geldiğimiz dosyalarda, kitap matbaaya gitmek üzereyken, “Filancamın fistancısı şöyle dedi, romanda böyle bir değişlik yapmak istiyorum” diyen çok fazla ilk yazarla tartıştım. Hatta böyle dosyalardan iki tanesinin tüm yayımlanma sürecini iptal ettiğim ve sözleşmesini feshettiğim de oldu.
Üçüncü olarak, yayınevlerine başvuru konusunda titiz davranmaları. Titizlikten kastım, kitap içeriğinin ve bilgilerin net, okunabilir, belirgin bir formatta dosyalarla hazırlanması. Orta ve büyük ölçekli yayınevlerine günde onlarca kitap başvurusu geliyor. Azımsanmayacak bir sayı.
Başvuru yaparken mutlaka ama mutlaka bir eser raporu hazırlanmasını tavsiye ederim. Eser raporunda yayınevi editörünün pratik şekilde görebileceği; kitabın türü, konusu, kısa özeti, kelime sayısı ve yazarın kendisine ait özel bilgilerin bulunması işlerini kolaylaştıracaktır. Çünkü editörlerin yüzlerce sayfalık bir kitabı hızlı ve seri bir şekilde okumaları imkânsız. Ancak üç-dört sayfalık bir eser raporunu daha ellerine ulaşır ulaşmaz okuyacaklardır. Böylelikle diğer başvuru yapılan dosyalardan daha hızlı bir dönüş sağlanacaktır.
Samet Baysal’a kıymetli bilgi ve tecrübelerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederiz. Kaleminin hiç susmaması dileğiyle…
Röportaj: Duygu Değirmenci
👏👏👏👏👏👏👏